“AYKIRI KADINLAR” TARİHİNDEN: KAZVİN’Lİ TAHİRÎ[*]

SİBEL ÖZBUDUN

“Artık kadınları evin içinde ömür boyu mecburen mahsur

ve mahpus kalma zamanı geçmiştir. Şimdi artık o eski adet ve

gelenekleri ve utangaçlıkları kendimizden atarak kendi gerçek insani

görevimize sarılmalıyız, ruhumuzun zayıflığı, güçsüzlükleri, korku

ve çekingenliklerimizi kendimizden uzaklaştırmalıyız ve erkekler

gibi çabalamalıyız. Can vererek şehadeti bile kucaklamalıyız.”[1]

 

“Öyle görünüyor ki Allah kadınları erkeklere sınav olsun diye yarattı. Şaraba yanaşmak haram olduğu gibi, ötekine, kadınlara yanaşmak da o kadar haramdır. Güzel kadınlar hicaplarından sıyrıldıklarında yıkım sağanaklarına yol açar. İran’da böyle bir kadın vardı: Kürret-ül Ayn…

Kürret-ül Ayn son derece güzel bir kadındı. İyi eğitim görmüştü ve hitabet sanatında güçlüydü. Fars dilinde şiirler yazıyordu.

Ali Muhammed Bab’ın yeni bir din icat ettiğinden haber aldığında, yalnızca bu dini benimsemekle kalmadı, aynı zamanda bu dinin vaizi oldu. İnsanları bu yeni dine çekebilmek için örtüsünden vaz geçti, ve insanlarla karışıp güzelliğini sergileyerek yeni dini va’z etmeye koyuldu. Güzelliği sayesinde çok sayıda insanın aklına girmeyi başardı. Ailesi ona karşıydı, ama boyun eğmedi. Amcasının öfkesinden korkuyordu, bu yüzden âşıklarını o kutsal ruhu katletmeye yönlendirdi. Âşıklarından birkaçı amcasını aramaya çıktı, bir camide ibadet etmekte olduğunu öğrendiler. Oraya gidip müçtehidi namaz esnasında şehit ettiler.

Muarızlarından en önemlisi devre dışı kalınca hedonizmini daha bir şevkle va’z etmeye koyuldu… Faaliyetleri İran’da fazlasıyla gerilim yarattı. İran Şahı onu yakalamak için ordusunu gönderdi… Sinsi Kürret-ül Ayn saraya getirildiğinde yüzü açıktı; kral bakışlarını öne eğdi ama ötekiler onun göz kamaştırıcı güzelliğini dikizlemekten geri duramıyorlardı.”[2]

Hintli yazar İsmail Hacı Ghulamali Şia aile yaşamını betimlediği Zehra Bano’da 19. Yüzyıl İslâm dünyasının en dikkat çekici kadınlarından Kürret-ül Ayn’ı bu hayranlık/tiksinti karışımı duygularla betimliyordu… Ortodoks yazında başkaldıran, aykırı kadınlardan hiç de esirgenmediğini bildiğimiz bir dil…

Peki kimdir Kürret-ül Ayn? Ya diğer adlarıyla Fatima Baragani, Zerrin Tac, Fereh-ül Fuad, Tahirî?

Fatima Zerrin Tac Baragani, 1817 ya da 1818’de İran’ın dini ve ticari merkezlerinden Kazvin kentinde dünyaya geldi. Babası Molla Muhammed Salih ve amcası Molla Muhammed Taki, devrin ve kentin ünlü din âlimlerindendi; her ikisi de katı din yorumlarıyla tanınmış, amca Muhammed Taki, Babîliğin önceli, rafızi kabul edilen mehdici Şeyhîliğe karşı verdiği amansız mücadeleyle ünlenmişti.

Genç kuşaklar ebeveynlerine başkaldırır çoğunlukla. Fatima’nın erkek kardeşlerinden biri de öyle yaptı, Şeyhi önderlerinden, amcasının hasmı Seyyid Kazım Reşti’ye biat etti…

Oysa aileye “ihanet”in büyüğü, Fatima’dan gelecekti. Ama daha çocukluğunda herkesi hayran bırakan parlak zekâsı ve öğrenme azmi, kimsenin aklına böyle bir kuşkunun düşmesine mahal vermiyordu 1820’li yıllarda.

Kız kardeşi Marziye ile birlikte, babası ve amcasının “rahle-i tedris”inden geçti. Olağanüstü yetenekleri, içinde yaşadığı taassup ikliminde babasının yüreğini yumuşatmış olmalı ki, kızının ilköğrenimden öte eğitim görmesine izin verdi. Kısa sürede ilahiyat ve hukuk alanlarında ağabeylerini bir hayli geride bırakmıştı… Ama bu kadar değil: Fars edebiyatına hâkimdi ve Farsça coşkulu şiirler kaleme alıyordu.

Ama onüçüne geldiğinde, dönemin İslâm kadınlarının çoğunun kaderinden kaçamayacak, amcası Muhammed Taki’nin büyük oğluyla evlendirilecekti… Bu evlilikten iki erkek, bir kız, üç çocuğu oldu.

Ne ki Fatima, bütün tek tanrılı dinlerin va’zettiği “ideal eş, ideal ana” modeline hiç uymuyor, daracık bir eve sığamıyordu bir türlü… Önce Şeyhîliğe ilgi duydu. Şeyhî lideri Seyyid Kazım’la gizli gizli yazışmaya başladı. Kocasının, babasının, amcasının tüm ısrarları, onu bu ilgiden vaz geçiremeyecekti. Aynı zamanda kayınpederi de olan amcasının bu tarikata açtığı savaş şiddetlendikçe, koca evinde barınıp “iyi eş, iyi anne” rollerini oynamak zorlaşıyordu. Sonunda olan oldu: kocayı ve çocukları geride bırakıp, baba evine döndü Fatima… Ama kısa süreliğine… Oradan bir Şeyhi cemaatine katılacağı Kerbela’ya doğrulttu yönünü.

Ancak Kerbela’ya vardığında onu acı bir haber bekliyordu: Seyyid Kazım birkaç gün önce ölmüştü; tarikat inancın karizmatik ve gizemli veçhelerini, özellikle de Mehdi’nin yakın bir gelecekte zuhur edeceği inancını destekleyen radikallerle Şii ortodoksisine bağlı kalarak meşruiyetlerini korumak arzusundaki muhafazakârlar arasındaki sert tartışmalarla sarsılıyordu… Fatima radikallerden yana saf tuttu; kısa sürede Kerbela’lı kadınlar arasında büyük bir itibar kazanarak Seyyid Kazım’ın evine yerleşip müritlere dersler vermeye koyuldu.

Seyyid Ali Muhammed Şirazi 1844’de “Bab” (Kapı) adını alarak mehdiliğini ilan ettiğinde, ona ilk biat edenler arasında, onu daha önce rüyasında gören Fatima da vardı. Kerbela’daki Şeyhi cemaatinin büyük bölümünün Babîliğe intisab etmesini sağlaması, ilminin derinliği, belagati “Bab”ı derinden etkileyecek ve ona on sekiz “yaşam harfi” (huruf-ül hayy)[3] arasında yer verecekti.

Fatima, yalnızca ateşli bir Babî dâî (propagandist) olmakla kalmadı, aynı zamanda İslâm Şeriatı’ndan bir kopuşu da temsil etmekte, bunu gündelik pratiğine de yansıtmaktaydı. İslâmi ibadetleri bırakmıştı, daha da çarpıcısı, cemaatin karşısına başı açık, tesettürsüz çıkıyordu. Bu, belli ki İslâmî daire içinde kalmaya istekli Babîler arasında da tepkilere yol açmıştı; kısa sürede Seyyid Ali Muhammed’e şikâyetler yağmaya başladı. Bab’ın buna tepkisi, Fatima’yı “Tahirî” (saf, temiz) ilan etmek oldu. Pek çok Babî’nin cemaati terk etmesini göze alarak…

Şii mollaların tepkisi daha da şiddetliydi, Tahirî’nin coşku dolu ruhban karşıtı şiirleri, ulemaya meydan okuyarak halka açık tartışmaya çağırması, bağnazları çileden çıkartıyordu. Bardağı taşıran son damla, 1847 Muharrem ayında İmam Hüseyin anmasında rengârenk giysiler içinde, başı açık boy göstermesi oldu. Kerbela valisi, çıkan arbedeyi ancak Tahirî’yi Bağdat’a sürgün edilene dek kendi evinde ev hapsine almakla bastırabildi.

Bağdat’ta Tahirî propaganda çabalarına ara vermeyecek, kışkırtıcı söylevleriyle zaman zaman dinleyicileri arasında yer alıp onu mat etmeye çalışan mollaları çileden çıkartacaktı. Şahın hekimi Hâkim Masih’in Tahirî’nin sözlerinin sihrine kapılıp Babîliğe intisap etmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Tahirî bu kez Bağdat müftüsü İbn-i Alusi’nin konağında ev hapsine mahkûm edildi.

Sürüye uymayı reddeden, kendilerine biçilen rolleri ellerinin tersiyle itip kendi yollarını çizmeye çabalayan kadınların karşısına türlü eril cinsel fantazmalar dikilir. Bağnazlık tarihi, bu tip kadınları doymak bilmez nymphomane’lar olarak resmeden menkıbelerle doludur. Tahirî de bundan kaçınamadı. İranlı saray tarihçisi Sepehr, Tahirî’nin bir “tavus kuşu gibi giyindiğini”, erkek izleyicilerinin “kurulduğu tahta sokulup kendisini dudaklarından öpmesine, yüzlerini göğüslerine sürmesine izin verdiğini, Tahirî’nin bir kadının dokuz erkekle evlenebileceğini va’zettiğini” yazıyordu büyük bir iştahla[4]

Söylentiler Tahirî’nin ata yurdu Kazvin’i de sarmış, tavizsiz ortodoksileriyle nam salmış Baragani ailesini de çileden çıkarmıştı. Molla Muhammed Salih, validen kızının İran’a iadesini talep etmek üzere bir akrabasını Bağdat’a gönderdi.

Dönüş yolu olaylıydı: Kitlesel ihtidalar, grubun yolunu kesip Tahirî’ye sevgi gösterisinde bulunan kalabalıklar, taşlayıp kentten kovalayanlar, haberci yollayıp onunla görüşmek istediklerini bildiren soylu kadınlar…

Kazvin’e vardıklarında terk ettiği kocası Molla Muhammed, aile ocağına dönmesini istedi ondan. Tahirî’nin yanıtı kesin bir red idi: “Eğer arzun bana sadık bir eş ve yoldaş olmak olsaydı, Kerbela’ya koşup Kazvin’e kadar mahfeme rehberlik ederdin. Yol boyu ben de seni aldırmazlık uykundan uyandırır, hakikatin yolunu gösterirdim. Ama bu, olmadı. Ayrılmamızdan bu yana üç yıl geçti. Seninle ne bu dünyada, ne de ötekinde yan yana gelebilirim. Seni sonsuza dek hayatımdan çıkardım.”[5]

Bu arada, Kazvin’de ve her yerde Babîler üzerindeki baskı ve kovuşturmalar artıyordu. Hiddetli mollalar halkı galeyana getirip Şeyhi ve Babîlerin üzerine sürüyor, linç olayları birbirine ekleniyordu. Kazvin’deki Babî “avcı”larının başını Tahirî’nin amcası Muhammed Taki çekmekteydi. Kışkırtıcı söylevleriyle yüzlerce Babî’nin saldırıya uğramasına, kovuşturulmasına, yaralanmasına, ölümüne yol açmıştı. Sonunda olan oldu, bir Babî, Molla Abdullah, Muhammed Taki’yi camide namaz kılarken hançerleyip kaçtı.

Muhammed Taki’nin öldürülmesi, Kazvin’deki Babîlere karşı amansız bir sürek avının başlamasını tetikleyecekti. Molla Abdullah’ın bu şiddet dalgasını durdurmak için teslim olmasına karşın, tutuklama ve idamların ardı kesilmedi. Tahirî, sonradan Bahailik dininin kurucusu olacak Mirza Hüseyin Ali (Bahaullah)’nin yardımıyla Tahran’a kaçtı. Bir süre sonra ikili, Bab’ın hapsedilmesinin ardından yeni inancın kaderini tartışmak üzere Horasan’daki Bedeşt kentinde toplanan 81 Babî öndere katılmak üzere yola çıktı (1848). Toplantıya damgasını vuran, peçesinden sıyrılmış olarak katılan Tahirî ile, onun İslâm’dan ta kopuşu savunan radikalizmi karşısında daha ılımlı, uzlaşmacı bir hattı savunan Kuddüs arasındaki sert tartışmalardı: “Kaim’in telaffuz edeceği kelam benim!” diye haykırıyordu Tahirî. “Yeryüzünün soylularını ve reislerini kaçıracak olan kelam, benim!”[6]

Çoğu Babî’nin Bab’ın önde gelen tilmizi kabul ettiği Kuddüs, sonunda Tahirî karşısında pes etti. Bedeşt Toplantısı, Babîliğin İslâm’dan kopuş momenti olarak geçecekti tarihe.

Dönüş yolunda Tahirî’nin de bulunduğu Babî kervanı, Niyala köyü yakınlarında saldırıya uğradı, Babîlerden bir kaçı can verirken, diğerleri çeşitli yönlere kaçtılar.

1848-50 arası İran’ın çeşitli vilayetlerinde hükümet güçleriyle Babîler arasında çatışmalara sahne olacak, Tahirî bu süreyi saklanarak geçirecekti. Ancak 1849’da yakalandı ve amcasının katline suç ortaklığı suçlamasıyla yargılanacağı Tahran’a getirilerek valinin konutunda ev hapsine alındı. Bir kez daha etrafı, başta Tahran valisinin eşi olmak üzere kentin ekabir kadınlarından oluşan bir hayranlar çemberiyle sarılmış olarak…

9 Temmuz 1850’de Bab, Şah’ın fermanıyla Tebriz’de idam edildi. İki yıl sonra bir grup Babî, Nasruddin Şah’a başarısız bir suikast girişiminde bulunacak, ancak bu girişim, o güne dek yaşananların boyutunu çok geride bırakacak çapta bir Babî kıyımına yol açacaktı.

Bu kıyımın ortasında, Tahran’da tutsak bulunan Tahirî hakkında da idam kararı çıkartıldı. Kararı onama mercii olan Şah Nasruddin, bir rivayete göre Tahirî’yi huzura çağırmış ve kendisine, inançlarından vaz geçtiğini açıklaması karşılığında evlenme teklif etmişti. Tahirî bu teklifi bir şiirle reddedecekti:

Münzevinin hücresi ve bağnazın türbesi için aşkı ve şarabı mahkûm eden,

İlahi inancımızı rezillik sayan senin için ne yapabilirim?

Sevgilinin saçlarının perişan kıvrımları, eyerin ve atın tek derdindir;

Senin yüreğinde ne Mutlak’a yer var, ne de yoksulun yoksulluğuna değgin bir düşünce.

İskender’in ihtişamı ve gösterişi senin olsun, Kalender’in[7] yolu ve yordamı benim;

Eğer seni memnun edecekse, ondan vaz geçiyorum; bu, kötü olsa da, bana yeter.

‘Ben’ ve ‘Biz’ durağından geç ve evin için Hiçliği seç,

Çünkü bunu yaptığında, en yüce Saadete ulaşacaksın.”[8]

Bu reddiye”nin ardından en güzel giysilerine büründü, 1852 Eylül’ünde kendi örtüsüyle boğularak bir kuyuya atıldı, üzeri kaya parçalarıyla kapandı.

 Son sözlerinin “Beni dilediğiniz an öldürebilirsiniz, ama kadınların özgürleşmesini engelleyemeyeceksiniz,” olduğu söylenir.[9]

* * *

“Çevresinde toplananlar, kadın olarak yoksunluklarının farkına varan ilk İranlı kadınlar grubu olmalı,” diyor Stiles Maneck. “Yine de Tahirî’nin faaliyetleri sözcüğün modern anlamıyla bir kadın özgürlüğü hareketini temsil etmiyordu. Tahirî, aşikâr biçimde kadınların hicaplarından sıyrılmalarını dinsel bir yenilik olarak görüyordu. Ne Tahirî, ne de Bab’ın yazılarında özgül olarak kadın haklarına değinilmektedir. Yine de Tahirî Bab’ın vahiylerinde kadınların statüsüyle ilişkili olsun olmasın, özgürleştirici bir yan bulmuş olmalı…”

Gerçekten de, hemen hemen aynı yıllarda (1848) ABD’nin New York eyaletinde Seneca Falls mevkiinde, Elizabeth Caddy Stanton öncülüğünde çoğu Quaker çok sayıda kadın tarihe ilk “Kadın Hakları Konvansiyonu” olarak geçen iki günlük bir toplantı düzenleyerek, bir kadınlar için oy hakkı dâhil bir dizi hak talep eden bir bildirge yayınlayacaklardı. Tahirî ve çevresindeki kadınların yaptığı, böyle bir şey değildi, kuşkusuz. O “özgürlüğü” talep etmemiş, “özgürlüğün kendisi” olmayı seçmişti. Kocasını, çocuklarını geride bırakması, kendi seçtiği yolda yürümesi, bu yolda “yoldaş”larının bağnaz eleştirilerine kulak asmaması, onlara kafa tutması, mollaların arasına hicapsız, tesettürsüz karışıp onlara kürsüden meydan okuması, ve sonunda hiç duraksamadan ölümün üstüne yürümesi… Onu özgürlüğün ta kendisi kılmıyor mu?

Adı unut(turul)muş olabilir. Ama Tahirî bugün başörtülerinden sıyrılarak kendilerini bekleyen kurşun yağmuruna karşı meydanlara koşan İranlı kadınların mücadelesinde yaşıyor…

21 Ocak 2025 15:50:03, Muğla.

Adana Gençlik Örgütleri: Gözaltılar ve Tutuklamalar Son Bulsun! Adana Gençlik Örgütleri: Gözaltılar ve Tutuklamalar Son Bulsun!

N O T L A R

[*] Sosyalist Mezopotamya, No:16, Mart 2025…

[1] Tahirî’nin Bedeşt konuşmasından. Akt. M. le Comte de Gobineau. Mehmet Marufi, Tahire içinde, Bahai Eserleri Basım, Dağıtım A.Ş. https://www.bahaieserleri.com/images/kitaplar/Tahire.pdf

[2] Akt. Susan Stiles Maneck, “Tahirîh: A Religious Paradigm of Womanhood”, Journal of Bahá’í Studies C. 2, sayı 2 (1989).

[3] Bab’ın ilk on sekiz izleyicisine verdiği ad. Bab’ın kendisiyle birlikte Besmele’nin on dokuz harfine tekabül ederler.

[4] Naim Bro Khomasi, Asiya İslâm, “Tahirîh unveiled: poet, theologian and revolutionary”, 24 Ekim 2016, https://www.opendemocracy.net/en/5050/Tahirîh/

Tabii yalnızca İranlı saray tarihçileri değil… Tahirî’nin gölgesi, günümüz Türkiye İslâmcılarının da korkulu rüyası olmaya devam ediyor. Bakın Adıyaman Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Hacı Çiçek Tahirî’yi nasıl betimlemekte: “Bahailer, kadın-erkek eşitliği ilkelerini hep suistimal etmiş ve kadını, kendi emelleri için birer meta olarak kullanmışlardır. Bunun en canlı örneği, Zerrin Tac adlı bir kadındır. Bu kadına, altın rengi saçlarından dolayı Zerrin Tac lakabı takılmıştır (…)1231/1818’de doğup 1264/1851’de 33 yaşında ölmüştür. (…) Babası, bir din alimi olan Molla Salih Kazvini’dir. Çocuk yaşında evlendirdikleri ve yeğeni kocası da bir imamdır. Ondan 3 çocuğu oluyor ve sonradan bulunduğu şekil içinde ne çocuklar annelerini, ne de anne çocuklarını tanıyor. Bir köşede, karısının gittikçe sapıtan ruhi oluşuna karşı, kocası hayretle seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyor ve rezalet meydana çıkınca da boşanıyorlar. Önceleri, babasının şiddetle yasaklamasına rağmen, bazı sapık kollara ait eserler okumaya ve bunlar üzerinde sabahlamaya başlıyor. Bir zaman sonra peygamberliğini hemen ve daha yüzünü görmeden kabul edeceği ve kucağına atılacağı (abç) Mirza Ali (Bab)a hocalık etmiş bir sapığa (Reşti) varmak istiyor ama ona yetişemiyor ve bir “Mesih” bekleyen Reştilere katılıyor. Bu kadın, Bedeşt kongresinde (H. 1261/1848) açık-saçık, tahrik edici tarzda herkesin önüne çıkmış, fettan güzelliğiyle toplantıda bulunanların akıllarını başlarından almış ve uzun bir nutuk irad ederek şunları söylemiştir: “Sizinle kadınlarımız arasında bulunan bugünkü hicabı, onlarla ortaklaşa iş yaparak, faaliyetlerini paylaşarak, yırtınız! Ayrıldıktan sonra da onlarla birleşiniz, onları kapalılık ve yalnızlıktan umumi hayata, cemiyete çıkarınız! Onlar dünya hayatının çiçeklerinden, güllerinden başka bir şey değillerdir. Çiçek ise mutlak koparılmalı ve koklanmalıdır. Çünkü koklanmak için yaratılmıştır. Sayılması veya şöyle ve şu kadar koklanacak diye sınırlanması uygun değildir. Çiçek derilir toplanır, dostlara sunulur, hediye edilir.” (Hacı Çiçek, “Bahailik, Bahailiğin Görüşleri, İslâm Düşüncesindeki Yeri ve Ona Dair Bazı Yorumlar”, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/1, c. 3, sayı 6, s. 151)

[5] Akt.: Stiles Maneck.

[6] Akt.: Stiles Maneck.

[7] Dünya malından, gösterişinden ve zevklerinden vaz geçip yaşamlarını dilenerek sürdüren Kalenderî dervişlere gönderme.

[8] Akt.: Stiles Maneck.

[9] Akt.: Stiles Maneck.

Editör: Haber Merkezi