17 Ağustos 1999 Marmara Depremi 25. Yıl Etkinlikleri kapsamında Kocaeli’de 16 Ağustos 2024 tarihinde düzenlenen Deprem Duyarlılık Sergisine TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Nusret Suna, 2. Başkanı Selçuk Uluata, Sakarya Şube Başkanı Semih Uçar, Hatay Şube Başkanı İnal Büyükaşık, Kocaeli Şube Başkanı Ali Akgün ve yönetim kurulu üyeleri katıldı.
Aynı gün Kocaeli Ticaret Odası’nda düzenlenen 25. Yılda 17 Ağustos “Deprem” Paneli’nde İMO Yönetim Kurulu Başkanı Nusret Suna, Dr. İnşaat Mühendisi ve Av. Levent Mazılıgüney, Prof. Dr. Erdem Canbay ve Kocaeli Şube Başkanı Ali Akgün konuşma yaptı.
İMO Yönetim Kurulu Başkanı Nusret Suna’nın etkinlikte yaptığı konuşma:
Değerli Konuklar,
Bir deprem coğrafyası olan ülkemizde, yaşadığımız en büyük afetlerden biri olan Büyük Marmara Depreminin 25. yılını geride bırakıyoruz. Bu deprem yalnızca büyüklüğüyle değil, uzun yıllar etkisini sürdüren yıkıcı sonuçları itibariyle de tarihimizin en büyük afetlerinden biri sayılmaktadır.
Bilindiği üzere Gölcük merkezli 7,4 büyüklüğündeki depremde resmi verilere göre 20 binden fazla yurttaşımız hayatını kaybederken yaralı sayısı 50 bini aşmıştır. Depremin etkilediği bölgede yaklaşık 113 bini yıkık ve ağır hasarlı olmak üzere toplam 365 bin binanın hasar gördüğü tespit edilmiştir.
Ne var ki depremin acı sonuçları yalnızca kaybettiğimiz yurttaşlarımızla sınırlı kalmamıştır. Sanayi yapılarının yoğunlaştığı, üretimin ve ticaretin merkezi olan bir bölgede olmasının yanı sıra tüm Türkiye’den göç alan, nüfusun yoğunluğunun en yüksek seviyelerde olduğu geniş bir alanda yıkıma yol açması itibariyle de 17 Ağustos Depremi tüm ülkeyi doğrudan etkilemiştir.
Depremi yaşayanlarımız, tüm altyapının çökmesiyle aylarca günlük yaşamın bile sürdürülemez hale geldiğini, kamu gücünün bölgede neredeyse ortadan kalktığını ve bölge halkının adeta kaderiyle baş başa kaldığını unutmamış, unutmayacaktır.
Toplumsal bir travma niteliği taşıyan 17 Ağustos Depremi, deprem olgusuna bakış konusunda bir milat olarak kabul edilmiştir. Topraklarının yüzde 93’ünün aktif deprem kuşağı üzerinde bulunduğu ve nüfusunun yüzde 98’inin deprem riski altında yaşadığı bir ülkede, toplumsal yaşamın bu çerçevede düzenlenmesi, ilgili tüm yasal değişikliklerin bir an önce gerçekleştirilmesi gerekliliği tüm kamuoyunca anlaşılmış, yalnızca deprem sonrası afet yönetimiyle değil deprem öncesi önlemlerin alınarak yapı stokunun depreme hazır hale getirilmesi gerektiği kabul edilmiştir.
Gelgelelim, depremin üzerinden geçen 25 yılda kayda değer hiçbir adım atmayan siyasi iktidar, başta Odamız olmak üzere meslek insanlarını, bilimsel-teknik raporları dikkate almamış, uzun yıllar inşaat sektörünü ekonominin dinamosu olarak değerlendirerek müteahhitlik anlayışının çıkarlarına göre hareket etmiş, halkın can ve mal güvenliğini değil, rantın paylaşılması ve şirketlerin kârlılığını önceleyen bir ekonomi politikasını izlemiştir.
Değerli konuklar,
Son olarak yaşadığımız 6 Şubat felaketinin yol açtığı can kayıplarına ve yıkıma bakıldığı zaman, 17 Ağustos’tan bu yana geçen 25 yılın nasıl değerlendirildiği daha iyi anlaşılmaktadır. Oysa 6 Şubat’a gelene kadar büyüklü küçüklü birçok uyarı niteliğinde deprem meydana gelmiş, geçen zamanın ülkemizin aleyhine işlediği açık bir şekilde gözler önüne serilmiştir.
Hatırlamakta fayda vardır:
Gölcük Depreminden yalnızca 4 yıl sonra, 1 Mayıs 2003 tarihinde Bingöl’de meydana gelen depremde 176 yurttaşımız hayatını kaybetmiş, 521 kişi de yaralanmıştır. Özellikle kamu binaları ağır hasar almış, 570 konut tamamen yıkılmış, yaklaşık 6000 konut hasar görmüştür.
23 Ekim 2011 tarihinde 7,2 ve 9 Kasım 2011 tarihinde 5,6 büyüklüğünde gerçekleşen Van Depremlerinde; toplam 636 yurttaşımız hayatını kaybetmiştir. Özellikle Erciş ilçesi depremde büyük hasar görmüş, birçok bina oturulamaz hale gelmiş, günlük yaşamın asgari düzeyde devam ettirilmesi bile mümkün olmaktan çıkmıştır.
24 Ocak 2020 tarihinde Elazığ Sivrice’de meydana gelen depremde; 44 kişi hayatını kaybederken 1607 kişi yaralanmış, Elazığ ve Malatya’da 11.945 yapının yıkık, ağır hasarlı veya acil yıktırılacak bina olduğu tespit edilmiştir.
30 Ekim 2020`de bu kez İzmir`de 6,9 büyüklüğünde meydana gelen depremde 119 kişi hayatını kaybetmiş, depremde yıkılan bina sayısı 17; acil yıkılacak, ağır hasarlı, yıkık bina sayısı ise 506 olarak açıklanmıştır.
Orta ölçekli olarak tanımlayabileceğimiz depremlerin bile yol açtığı yıkım, bu yıkımın sonucunda ortaya çıkan can ve mal kayıplarının bu kadar yüksek seviyelerde gerçekleşmesi 6 Şubat 2023’te yaşadığımız afetin göz göre göre geldiğini göstermektedir.
Değerli Konuklar,
1999 depremlerinden bu yana İnşaat Mühendisleri Odası ülkemizin deprem gerçekliğini hatırlatarak doğa olaylarının felakete dönüşmemesi için yapı üretim sürecinin başından sonuna kadar yapılması gerekenlerle ilgili çözümler üretmiş, mevzuatta yapılması gereken değişikliklerle ilgili hem kamuoyunu bilgilendirmiş hem de kamu kurumlarına raporlar, görüşler sunmuştur. Bunun yanı sıra kitlesel basın açıklamaları başta olmak üzere çeşitli etkinliklerle konuyu gündemde tutmaya çalışmış, toplumsal duyarlılığın ve deprem bilincinin sağlanması yönünde çaba göstermiştir.
İnşaat Mühendisleri Odası; yapılarımızın yeterli mühendislik hizmeti verilerek inşa edilmesi için mesleki sorumluluğu çerçevesinde meslek içi eğitimi sürekli hale getirerek meslektaşlarının yetkinleşmesini sağlamaya çalışmaktadır. Çünkü inşaat mühendisliği meslek alanı, halkın can ve mal güvenliğini yakından ilgilendiren ve birçok alt disiplini barındıran, özellikle uygulama tecrübesi gerektiren bir meslek alanıdır. Fakat bugün ülkemizde 4 yıllık mühendislik lisans programını tamamlayarak adeta sınırsız imza yetkisiyle sektörde faaliyet yürütülebilmektedir. Biz bu nedenle, dünyada da çeşitli örnekleri bulunan Yetkin Mühendislik sisteminin hayata geçirilmesini savunuyoruz. 17 Ağustos Depreminin ardından, kamu kurumlarının hazırladığı rapor ve görüşlerde de yer verilen yetkin mühendislik sistemi ne yazık ki siyasi iktidarın engellemeleri nedeniyle bir türlü hayata geçirilememiştir.
Değerli konuklar,
Ülkemizde yapı üretim süreci proje aşamasından başlayarak bir bütün olarak sorunludur. Yapı üretim süreçlerinde mühendislik ve mimarlık hizmetleri yetersizdir. Yapı denetimi sistemi ise kendi içinde birçok eksikliği ve sorunuyla çözüm beklemektedir.
Aslında asıl sorunun kaynağı sistemin kendisi, bugüne kadar seçilen siyasi iktidarların ve yerel yönetimlerin vurdumduymazlığıdır.
Bugün ülkemizin yapı stokunun durumu olası bir depremde başımıza neler gelebileceğini adeta haykırmaktadır. Türkiye`de 10 milyon civarında olan yapı stokunun 6-7 milyon civarında olan kısmı riskli yapı statüsündedir. İstanbul’da ise her 10 konuttan birinin çok riskli olduğu ifade edilmektedir.
TBMM`nin Kahramanmaraş merkezli Depremlere ilişkin çıkarmış olduğu Mayıs 2023 tarihli raporundan anlaşıldığı üzere son 11 yıl içerisinde ülke genelinde 238 bin civarında riskli yapıya "Kentsel Dönüşüm" adı altında müdahale edilerek yenilenmesi sağlanmıştır. Yani 2012 yılından bu yana riskli olduğu düşünülen yapı miktarının sadece %3-4 civarındaki kısmı yenilenebilmiştir.
Okullar, hastaneler, itfaiye binaları ve diğer kamu binalarının deprem güvenlikleri belirsizdir. Ulaştırma yapıları, su yapıları, altyapı şebekeleri, su arıtma tesisleri, doğalgaz, enerji ve haberleşme ağları risk altındadır. Tarihi ve kültürel yapılar büyük bir risk altındadır. Kentlerimizdeki benzin istasyonları, yanıcı, zehirleyici ve kirletici maddelerin işlendiği, depolandığı ve dağıtıldığı yerlerde ciddi bir risk vardır. Bu tür aktiviteler çoğu kez iskân alanlarıyla iç içedir.
Her şeyden önce ülkemizin yapı stokunun durumu bilimsel yöntemlere dayanarak belirlenmeli, riskli yapılar tespit edilmeli, güçlendirilmesi mümkün olanlar güçlendirilmeli, yıkılıp yenilenmesi gereken yapıların da bir an önce yenilenmesi sağlanmalıdır.
Mevcut yapı stokumuzun belirsizliği bilinen bir gerçektir. Olası bir depremden nasıl etkileneceği bilinmeyen çok sayıda bina mevcutken üstüne bir de siyasal iktidarlarca çıkarılan imar afları can ve mal kayıpları tehdidini büyütmektedir.
Ülkemizde imar afları kaçak yapılaşmanın en önemli teşvik unsurlarından birisi olmuş, toplumun sağlıklı ve güvenli konutlarda yaşamasını belirsizliğe sokmuştur. Devletin bir binaya iskan ruhsatı vermesi vatandaşına o yapıda güvenle oturabileceği yönünde güvence sunması anlamına gelir. Oysa mühendislik hizmeti almamış bu yapıların, doğa olayları karşısında hasara uğramaları halinde sorumluluk bu kararı alan devletin, siyasi iktidarın üzerindedir.
Her seçim öncesi siyasi ikbal uğruna gündeme getirilen imar affı uygulamalarına son verilmeli, imar affından yararlanan yapılar denetlenmelidir.
Değerli konuklar,
Türkiye’de yapıların büyük bir çoğunluğu yeterli mühendislik hizmeti almadan üretilmektedir. Buna karşın afetler nedeniyle oluşan hasarların büyük çoğunluğunun yapı üretimindeki eksiklikler ve hatalardan kaynaklandığı bilinmektedir. Bunun başlıca nedeni ise yapı üretiminde kilit rolü bulunan, bir yapının fen ve tekniğe, ruhsat ve projesine uygun olarak inşa edilmesini sağlamakla yükümlü bulunan şantiye şefliği görevinin doğru ve yeterli bir şekilde verilememesidir.
Yönetmelikte yapılan son değişiklikle birlikte bir şantiye şefi 4 ayrı işte şantiye şefliği yapabilmektedir. Oysa taşıdığı görevlerin ve sorumluluğun ağırlığı itibariyle şantiye şefliği, şantiye sahasında tam zamanlı olarak yerine getirilebilecek bir görevdir. Odamız bu konuyla ilgili uzunca bir süredir “Her Şantiyeye Bir Şantiye Şefi” kampanyası düzenlemiş, ancak yönetmelikte yapılan değişiklikler, talep ettiğimiz ve olması gerekenin bir hayli gerisinde kalmıştır.
6 Şubat Depremlerinin ardından, kamuoyunda en çok tartışılan konulardan biri de yapı denetimindeki eksikler ve hatalar olmuştur. Nitekim bu tartışmalar hiç de yersiz değildir. Ülkemizde ticari yanı ağır basan, kamusal niteliği göz ardı edilen bir yapı denetimi sistemi işletilmektedir. 2001 yılında çıkarılan ve 2019 yılında değişikliğe gidilen yasa gereğince, ülkemizde tam 18 yıl boyunca müteahhitler kendi denetçilerini kendileri seçmiştir. 2019 yılında değişikliğe gidilerek e-dağıtım sistemine geçilip yapı denetim kuruluşunun görevlendirmesinin bakanlık tarafından belirlenmesi uygulamasına geçilse de sistem yeni sorunları da beraberinde getirmiştir.
Şantiye sahalarında meslektaşlarımıza yönelik şiddet olayları tırmanışa geçmiştir. Sadece son 1 yılda Odamıza yansıyan ve takipçisi olduğumuz 5 şiddet olayı yaşanmış, meslektaşlarımız darp edilmiş, hatta silahla yaralanmıştır.
1 Mart 2023 tarihinde, Uşak’ta yapı denetim mühendisinin numune almasından sonra, gözü önünde betona su katılmış, buna itiraz eden meslektaşımız ve yanındaki stajyeri, inşaatın kalıp ustaları tarafından şiddete uğramıştır.
3 Ağustos 2023 tarihinde yine Uşak’ta yapımı süren inşaatı denetime giden iki meslektaşımız, beton dökümü sırasında betonun vibratörle sıkıştırılmasını isteyince bir inşaat ustası tarafından keserle saldırıya uğramıştır.
23 Ocak 2024 tarihinde, Aydın’da yapı denetimi görevini yürüten meslektaşımıza, demirci ustası tarafından demir levyeyle saldırı gerçekleştirilmiştir.
1 Şubat 2024 tarihinde, Adana’da ilgili şantiyesinde gerekli tespitleri yapıp, eksikliklerin giderilmesini isteyen yapı denetimi görevlisi meslektaşımız, müteahhit ve yakını tarafından silahlı saldırıya uğramıştır.
23 Mart 2024 tarihinde, Denizli’de bir inşaatta temel betonu dökümü aşamasında projenin müteahhidi, yapı denetimi çalışanı meslektaşımıza sözlü ve fiziki saldırıda bulunmuştur.
İnşaat Mühendisleri Odası olarak ısrarla altını çizdiğimiz gerçek şu ki, yapı denetimi görevi bir kamu görevidir. Yapı üretimi halkın can ve mal güvenliği ile doğrudan ilgiliyse, halk sağlığı açısından bu sürecin denetlenmesi de kamu adına yapılmalıdır. Dolayısıyla yapı denetiminde meslektaşlarımız kamu görevlisi sayılmalı ve onlara yönelik şiddet de kamu görevlisine yönelik bir şiddet olayı olarak hukuken ele alınmalıdır.
Teknik kadrolar nitelikleri ve yapabilirlikleri sorgulanmaksızın yapı denetimi sisteminde görev üstlenebilmektedir. Oysa, denetim hizmetlerini yapanlar, yapılan işin önemi gereği bilgi, deneyim ve uzmanlık sahibi olmak durumundadır. Ancak sistem bu tür elemanların görev yapabilmesine olanak sağlamamaktadır. Bununla birlikte yapı denetim kuruluşlarında çalışan mühendisler bir maliyet kalemi olarak görülmekte, nitelikli işgücünden kaçınılmakta, hatta hizmet almadan teknik elemanların imzalarını kullanma yoluna gidilmektedir.
Değerli konuklar,
Son söz olarak şunun altını çizmek isterim: Mühendislik hizmetinin niteliğini yükseltmek yerine meslek odalarını işlevsizleştirecek düzenlemelere imza atanlar, mühendislik hizmeti almamış yapıların önüne geçmek yerine daha da çoğaltacak imar afları çıkaranlar tüm yurttaşlarımızın hayatını tehlikeye atmaktadır. Yerel ve merkezi yöneticileri, tercihlerini bilimden ve insandan yana kullanmaya, ülkemizin deprem gerçeğine uygun olarak gerekli tedbirleri bir an önce ülke çapında uygulamaya davet ediyoruz.