Günümüzde dünya mutfağının vazgeçilmez lezzetlerinden biri olarak sofralarımızı süsleyen suşi; renkleri, tazelikleri ve özgün lezzetleriyle damağımızda unutulmaz izler bırakıyor.
Ancak bu kült yemek,
Sadece tabağımızı süslemekle kalmıyor, aynı zamanda binlerce yıllık zengin bir geçmişin de taşıyıcısı.
Suşi, tarih boyunca denizden sofralarımıza uzanan bir yolculuğun, ustalıkla hazırlanan bir lezzet şöleninin hikayesini sırtlanıyor aslında…
Bu yazıda,
Esasen hepimizin Japon mutfağına ait olduğunu sandığımız “suşi” ‘nin etnik kökenini ve lezzetini korumak için Uzak Asyalıların geçmişte keşfettikleri dahiyane çözümü bulacaksınız.
İşte belki de kendimize hayat dersi çıkartmamız gereken “suşi” ‘nin çok ilginç hikayesi…
Suşi Köken Olarak Hangi Millete Aittir?
Biliyor musunuz,
Suşi aslında 2. yüzyılda Çinliler tarafından keşfedilmiştir.
Fakat zamanla Japonlar, kendi mutfaklarına göre uyarlanmış tarzıyla öne çıkardılar bu lezzetli yemek türünü.
Çinliler çiğ balığı uzun süre depolamak için pirincin fermentasyon özelliğinden yararlandılar.
Bu şekilde,
Bir ülke mutfağında ilk kez balık ve pirinç kardeşliği boy gösterdi.
Ancak,
Bu çileli kardeşlik, balığın uzun süreyle depolanması için kullanılan pirincin tüketilmeden atılmasıyla son buluyordu.
Çile Kelimesinin Kökeni
Çekilen zahmeti, eziyeti, zorluğu anlatan “çile” kelimesini Farsçadan almışız.
Peki tam olarak ne kadar çekiliyor bu çile?
Kırk gün…
Zira “çihil/çil” kelimesi Farsçada “kırk” sayısını anlatıyor,
Ve,
“Çil+e” de “kırklık” (günlük süre) anlamına geliyor.
Tevekkeli değil, dervişlerin uyguladıkları 40 günlük perhiz ve inziva dönemine de “çile” denmiş.
Kırk sayısı sadece dervişlerin çilesinde değil,
Pek çok diğer dini anlatıda da karşımıza çıkıyor.
Örneğin…
Nuh Tufanında yağmur kırk gün kırk gece yağıyor.
Yahudiler, vadedilmiş toprakların dışında kırk yıl kalıyorlar.
Hz. İsa çölde kırk gün kırk gece oruç tutuyor.
Hz. Muhammed’e ilk vahiy, kırk yaşındayken indiriliyor. Özetle,
Çile kelimesinin içerisinde de rastladığımız kırk sayısı, özellikle yakın coğrafyamızdaki kültürlerde önemli bir süre birimi.
Çilelerin çekildiği, sınavların verildiği, bir şeylerin olgunlaştığı süreyi anlatmış; kimi zaman gün kimi zaman yıl olarak…
Japonlar ise komşularından aldıkları bu fikri bir adım ileriye taşıyarak,
Pirinci balıkla beraber yemeye başladılar.
17. yüzyılda ise Tokyo’da bir aşçı, suşiyi hazırlanır hazırlanmaz tüketilebilecek hâle getirdi.
Yani,
Bugünkü tabiriyle suşi artık “fastfood” olmuştu.
Suşi Japon Mutfağında Popüler Oluyor
Fermantasyon işlemini pirinçle değil, sirkeyle halletmeyi başaran Matsumoto Yoshiichi‘nin uygulaması ile suşi bugünkü son haline geldi.
Böylece geleneklerin aksine,
Taze balığın hızlıca hazırlanıp tüketileceği bir yemek ortaya çıktı.
Japonya’nın millî yemeği olmayı hak eden suşi kısa zamanda tüm ülke halkını etkisi altına aldı.
Bu da taze balığa talebi hızla arttırdı.
Bir ada devleti olmanın verdiği avantajla balık zaten ziyadesiyle avlanıyordu.
Fakat gün geçtikçe katlanan talep, balıkçıları daha bol balık bulabilecekleri yeni su havzalarına doğru sevk etti.
Bu sefer de balıkçılar ne kadar uzağa giderlerle geri dönüşleri o kadar uzun sürüyordu.
Denizden balığın çıkmasıyla tabağa konması arasındaki sürecin uzaması,
Alıştıkları suşi lezzetini aratır oldu.
Sonuç olarak,
Japon halkı alıştıkları o taze tadı alamamaya başladı.
Böylece suşi için hızla artan ilgi bir anda azalıverdi…
Eğer yürüdüğünüz yolda hiçbir zorluk yoksa, o yol sizi hiçbir yere götürmez
Bernard ShawTweet
Karaoke ve Karate Kelimelerinin Kökeni
Hazır Japonya demişken, dünya dillerine Japoncanın hediyesi olan iki kelimenin kökenini de paylaşmak istedim.
Bizdeki “fasıl” eğlencesinin elektronik Uzak Doğu versiyonu sayabileceğimiz, 1979 doğumlu “karaoke” ‘nin adı iki kelimeden oluşmuş:
- Japoncada “boş” anlamına gelen “kara” ve
- “orkestra” anlamındaki “okesutora” ‘nın kısaltması “oke”
“Kara+oke” yani “boş orkestra”…
Japonlar Batı’nın “orkestra” ‘sını “okesutora” haline getirip, içini boşaltıp Batıya “karaoke” olarak geri satmışlar anlayacağınız!
Ha bu arada bu “boş” anlamındaki “kara” ‘ya başka hangi Japonca kelimede rastlıyoruz, fark ettiniz mi?
Karate!
O da “boş el” anlamına geliyor; bir başka deyişle silahsız elle savunma sanatı….
Suşi İçin Taze Balık Tedariği
Balıkçılar bu problemi çözebilmek için teknelerine, balıkların içerisinde canlı olarak uzun süre kalabilecekleri su tankları eklentiler.
Böylece balıkçıların karaya dönüşleri birkaç gün sürse bile balıklar su tanklarında hayatlarına devam edecek,
Tazeliklerini koruyacaklardı.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı,
Ve,
Su tanklarında getirilen balıklardan yapılan taze suşi de beklenen rağbeti görmedi.
Çünkü…
Avlanan balıklar gemiye çıkarıldıklarında, geride bıraktıkları sadece evleri olan okyanus değildi,
Aynı zamanda yaşama ümit ve arzularıydı.
Dolayısıyla su tankına hapsolduklarında hayata dair bağları, mücadele etmek için motivasyonları kalmıyordu.
Ustaların maharetli elleri dahi bu şekilde sofralara ulaşan balıkları lezzetlendirmede kifayetsiz kalıyordu.
Çözüm Doğanın Kendisindedir
En sonunda hayat tecrübelerini mutfağına aktarabilen bir Japon balıkçı dahiyane fikrini uygulamaya soktu,
Ve,
Tankın içine ufak bir köpekbalığı saldı.
Su tankları balıkların yüzebileceği şekilde tasarlanmıştı.
Köpekbalığı misafirliklerine gelmeden önce balıklar tankta amaçsız bir şekilde atıl kalmayı tercih ederlerken,
Yeni durum bu yapay habitatta oluşan kısır döngüyü kırdı.
Artık balıkların hayatta kalma içgüdülerini harekete geçiren yeni bir faktör devreye girmişti.
Su tankında geçen yolculuk sırasında balıkların birçoğu verdikleri mücadeleyle hayatta kalmayı başarırken,
Tazeliklerini de koruyarak suşi ustalarının ellerine ulaştılar.
Böylece yakalanan balığın tazeliğini, tadını kaybetme problemi çözülmüş oluyordu.
Ez Cümle
Bizim hayat yolculuğumuz belki bir balığın okyanustan sofralara doğru yaptığı yolculuğa nazaran çok daha karmaşık.
Ancak,
Bizi hayat mücadelemizde diri tutan ufak köpekbalıkları olmazsa,
Bir su tankının içerisinde hapsolmuş balıklar misali yaşayan ölüler olmamız hiç uzak bir ihtimal değil…