6 Şubat 2023! Saat 4.17’de Maraş Pazarcık merkezli  7,7; 9 saat sonra saat 13.24’de Maraş Elbistan merkezli 7,6 büyüklüğünde iki depremle yıkıldık. Maraş, Gaziantep, Urfa, Diyarbakır, Adana, Adıyaman, Osmaniye, Hatay, Kilis, Malatya ve Elâzığ’da yüz binlerce insanımız enkaz altında kaldı. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 14 milyon 13 bin 196 kişi etkilendi depremden. Resmi açıklamalara göre 50.500 kişi hayatını kaybetti. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği bakanı Murat Kurum, İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı adayı olarak seçim çalışması sırasında yaptığı bir açıklamada “ İşte 6 Şubat geliyor... 130 bin canımız gitmiş” dedi. Bir yıl geçmesine rağmen hala kayıp çocuklar, yakınlarını bulamayan, cenazesini arayan insanlar var.  Bir kez daha yakınlarını, dostlarını, sevdiklerini kaybedenlere başsağlığı diliyoruz. Şehirleri, tarihleri, anıları enkaz altında bırakılan, arama-kurtarma ekipleri gelmediği için enkaz altındaki yakınlarının, komşularının çığlıklarını günlerce çaresizlik içinde dinlemek zorunda kalan insanlarımızın acısı acımızdır.

Acımız da öfkemiz de büyük!

Bilim insanları uyardı, uzmanlar uyardı, meslek odaları uyardı; çok yakında olacak dediler, tedbir alın dediler, sonuçları çok ağır olacak dediler, sadece gün ve saat vermediler. Aynen bugün Marmara başta olmak üzere birçok bölgede olacak depremlere karşı uyardıkları gibi. Bu uyarılara kulağını kapatan iktidar,  “yüzyılın felaketi”, “doğal afet” diyerek sorumluluğunu örtmeye çalıştı.

Deprem göz göre göre felakete dönüştürüldü!

Kuzey Anadolu, Doğu Anadolu ve Batı Anadolu diri fay hatları sebebiyle ülkenin büyük bölümü deprem riski taşımaktayken hem yerel hem de merkezi düzeyde bugüne kadar deprem konusunda gerekli hazırlıkların yapılmadığı 6 Şubat depremleriyle bir kez daha ortaya çıktı.

Şehirleri deprem dirençli hale getirmek yerine 21 yılda 7 kez çıkarılan imar aflarıyla depremin yıkıcı etkisi daha da artırıldı. En son 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce çıkarılan imar affıyla afet riski altındaki alanlarda olup olmadıklarına, kıyı alanları, tarım arazileri, orman alanları, içme suyu havzaları ve tarihî, doğal, arkeolojik sit alanları üzerine inşa edilip edilmediklerine bakılmaksızın Türkiye çapında 3 milyon 119 bin 947 kaçak ve imara aykırı yapı için yapı kayıt belgesi verildi. Yapı güvenliği olmayan, planlama, mimarlık ve mühendislik süreçlerinden geçmemiş̧, teknik olarak sağlık ve güvenlik koşulları belirsiz toplam 7 milyon 393 bin 413 bağımsız bölüme belge düzenlenerek yasallık kazandırıldı. Bu belgeler karşılığında 26 milyar 151 milyon 389 bin 263 TL yapı kayıt belge bedeli toplandı.

6 Şubat depremlerinden etkilenen 10 ilde 294 bin kaçak yapının imar affı ile affedildiği ortaya çıktı.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, çok değil sadece üç yıl önce; 30 Ekim 2020’de İzmir/Seferihisar merkezli, yine insanların enkaz altında kaldığı,  79 insanın hayatını kaybettiği deprem sonrasında kurulan Meclis Araştırma Komisyonu’na;  Adıyaman için % 94,95, Hatay için % 85,32, Kahramanmaraş için % 93,09 oranında riskli yapıların yıkılarak depreme karşı önlem alındığını iddia etti.  Ancak 6 Şubat depremlerinde biz, dayanıksız yapı stokunun dönüştürülmediği gibi, yeni yapılan 1 yıllık binaların bile çöktüğüne tanıklık ettik.

Yine en yetkili bakanlık olan Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği bakanlığı aynı komisyona; Malatya ilçeleri için, afete maruz kalacak ve risk oluşturtabilecek bir yerleşim yeri bulunmadığını, kentsel dönüşüme gerek olmadığı ya da kentsel dönüşüme alınacağı söylenen alanlar için önceliklendirme işlemi yapılmadığı bilgisini veriyordu. Oysa, 6 Şubat depreminde Malatya’da ne oldu? 4000 bina yıkıldı, 24 bin bina ağır hasarlı hale geldi.

Havalimanları, hastaneler, kamu binaları afet anlarında hayati öneme sahip kamusal alanlardır. Afet sonrasında kamu binalarının, havalimanlarının zarar görmesi depremin yarattığı yıkımın artmasına yol açtı. Bilim insanlarının havalimanlarının inşası sırasında yaptığı uyarıların dikkate alınmaması, örneğin Hatay Havalimanı’nın kullanılamaz hale gelmesine ve bölgeye ulaşımın sağlanamamasına neden oldu. Deprem anında yolların ve havalimanlarının kullanılamaz hale gelmesi yardım ekiplerinin bölgeye ulaştırılmasını engelledi ve can kayıplarının artmasına neden oldu.

İktidarın 21 yıldır uyguladığı inşaat sektörüne rant sağlamak üzerinde kurulu “kentsel dönüşüm rejimini, milyonlarca insanı evsiz, işsiz bırakan yüz binlerce insanın canına mal olan böylesi büyük bir deprem bile değiştirmedi. 6 Şubat depremlerinin ardından orman, mera ve tarım alanlarının konut yapımı için talan edilmesine ilişkin 126 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çıkarıldı. Bölgede yaşanan yıkımın bilimsel değerlendirilmesi yapılmadan, halen artçılar sürerken, imar planı olmadan, vaziyet planları ile inşaatlara başlanılmasının önü açıldı.

6 Şubat depremleri; iktidarın afet öncesi, afet anı ve afet sonrasına dair hiç bir planın olmadığını çok acı bir şekilde ortaya çıkardı.

Deprem anından itibaren deprem illerinde elektrik kesildi, su kesildi ve GSM operatörleri çalışmadığı için iletişim tamamen kesildi. Yollar yıkıldı, havaalanları, hastaneler yıkıldı…

Hayat kurtarmak için en kritik saatlerde AFAD’ı, Kızılay’ı, itfaiye ekiplerini… yurttaşının yanında olması gereken “devlet”i deprem bölgesinde göremedik. Televizyon ekranlarında aylarca çök-kapan-kurtul şovları yapan İçişleri Bakanlığı’na bağlı trafik polisleri bile görevini yapsa, trafiği düzenleyip yolları açsa arama-kurtarma ekiplerinin enkaz altında yardım bekleyen insanlarımıza daha hızlı ulaşması sağlanabilirdi oysa.   

İlk üç gün arama-kurtarma çalışmalarının başlamadığı bölgeler oldu. Her şeyi tek adamın kararına bağlayan yönetme biçimi, iktidarın süreci yalnızca kendi kontrolünde yönetme ısrarı ekiplerin, iş makinelerinin ve arama kurtarmada kullanılacak ekipmanların bölgeye ulaşmasının gecikmesine neden oldu. Depremin yaşandığı ilk andan itibaren gönüllü olarak bölgeye ulaşmak isteyen yurttaşlar, yurtdışından yönlendirilen arama-kurtarma ekipleri AFAD ve valilik tarafından talimat gelmediği için saatlerce havalimanlarında bekletildi. Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun gönüllü madencileri ve tahliye ekipleri ilk andan itibaren hazır olmasına rağmen arama-kurtarma konusunda profesyonel olan madenci ekiplerinin deprem bölgesine ulaşması 36 saati buldu.

Profesyonel arama kurtarma ekiplerinin bölgeye geç ulaşması,  başta tek başına enkaz altından çıkması mümkün olmayan engelliler olmak üzere dezavantajlı grupların hayatta kalma olasılığını ortadan kaldırdı.  Arama-kurtarma çalışmaları sırasında işitme engellilere, konuşma engellilere, otizmli olduğu için konuşamayan, iletişim kuramayan insanlara ve ana dili Türkçe olmayan insanlara yardım ulaşmasında ciddi sorunlar yaşandı. 

Şebeke elektriğinin olmaması ve jeneratörlerin de yokluğu özellikle geceleri arama kurtarma çalışmalarının durmasına ve  kayıpların artmasına neden oldu.

GSM operatörlerinin 11 milyonu aşkın mobil abonesinin olduğu deprem bölgesinde özellikle arama-kurtarma açısından en kritik saatlerde iletişim ve haberleşme günlerce sağlanamadı. GSM operatörlerine ait baz istasyonlarının çökmesi ve afet anında iletişimin devam etmesine yönelik acil durum planının olmayışı hem yurttaşların yakınları ile hem de bölgede bulunan ekiplerin birbirleri ile iletişim kurmasını engelledi.

Bu da yetmezmiş gibi, depremin üçüncü gününde 8 Şubat günü öğleden sonra, bant daraltma uygulaması üzerinden Twitter’a erişim iktidar tarafından kısıtlandı. Ne için? Sosyal medya üzerinden deprem bölgesinde yaşanan gerçekler kamuoyu tarafından öğrenilmesin diye.  Haber ve bilgi paylaşımının en üst düzeyde yapılabilmesi için internetin açık, hızlı ve kotasız olması gereken bir dönemde, kısıtlama yaklaşık 10 saat sürdü. Oysa depremin ilk anından itibaren yurttaşlar özellikle twitterda yakınlarını aradı, iş makinesi, hilti gibi araç gereçleri bulabilmek için twitterı kullandı.

Hem devlet hastaneleri, hem özel hastaneler ve Aile Sağlığı Merkezleri kullanılamaz duruma geldi. Enkazdan çıkarılan yaralılar Türkiye’nin dört bir tarafındaki hastanelere ve çoğu yakınları tarafından nakledilmek zorunda kalındı.

Özellikle deprem, sel gibi olağanüstü durumlarda güvenlik sorunlarıyla birlikte çocuklar için kaçırılma, şiddet ve istismara uğrama riskleri bilinmesine rağmen bakanlık tarafından hiçbir tedbir alınmadığı gibi planlama da yapılmadığı ortaya çıktı.

Depremin dördüncü gününde 9 Şubat’ta Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık, refakatsiz çocukların ailesi veya bakanlık dışında herhangi bir üçüncü şahsa tesliminin yapılmasının söz konusu olamayacağını,  anne babalarını kaybeden çocukların bakım ve gözetiminin bakanlık tarafından sağlanacağını açıkladı. Bu açıklamanın ardından bir takım tarikat ve cemaatlerin yurtlarında depremzede çocukların olduğu ortaya çıkınca bakanlık yeniden açıklama yaparak refakatçilerinin rızası olduğunu söyledi.

Refakatçilerinin rızasının olması çocukların birtakım tarikat ve vakıflara teslim edilmesinin gerekçesi değildir. Çocukların sağlığı ve güvenliğinden sorumlu olması gereken devlet ve devletin kurumlarıdır. Devlet çocuk koruma yükümlülüğünü hiçbir kuruma devredemez. Devlet, Türkiye vatandaşı olsun ya da olmasın, hiçbir ayrımcılık yapmadan tüm çocukları korumakla yükümlüdür.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı enkazdan çıkarılan ve ailesini kaybeden çocuklara koruyucu aile olabilmek ve evlat edinmek için e-devlet üzerinden kurulan sisteme başvuru yapılabileceğini duyurduktan sonra 17 Şubatta Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek İstişare Kurulu evlat edinmeye ilişkin soruya internet sitesinde verdiği cevapta "Öz evlat gibi davranmasının" doğru olmadığını ve "Evlat edinenle evlatlık arasında evlenme engeli olmadığını" açıkladı.

Türk Medeni Kanunu’nun 129. maddesi uyarınca evlat edinen ile evlatlık ve onun çocukları arasında evlenme yasaktır” ibaresi oldukça açık olmakla birlikte Diyanet’in bu açıklaması Anayasa’ya, Medeni Kanun’a, Ceza Kanunu’na ve Çocuk Koruma Kanunu’na aykırıdır. Diyanet’in bu açıklamasının ardından da “çocukları korumakla sorumlu” olan Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı çocuk istismarını olağanlaştıran bu açıklama ile ilgili Diyanet hakkında soruşturma açılmasına ilişkin bir adım atmadı.

Bu ülkede “afet sonrası”na dair de bir plan yok!

Deprem illerinde sağ kurtulan insanlar acılarıyla baş başa bırakıldı, ilk günlerden itibaren barınma, beslenme, temizlik  ve sağlık hizmetleri demokratik kitle örgütleri, sağlık meslek örgütleri ve yurttaşların kendi dayanışma seferberliğiyle sağlanmaya çalışıldı.

İktidarın arama-kurtarma çalışmalarında olduğu gibi her şeyi kendine bağlama ısrarı, deprem bölgesine gıda yardımlarının ulaştırılmasında da sorun yarattı, gecikmelere neden oldu. Demokratik kitle örgütlerinin, siyasi partilerin, belediyelerin, sivil toplum kuruluşlarının gönderdiği yardım tırları şehirlere alınmak istenmedi, tek bir koordinasyon merkezinden dağıtılması dayatıldı, gönderilen yardımlara iktidar partisinin örgütlerine ait logolar yapıştırılmaya çalışıldı. Halkların Demokratik Partisi’ne ait Pazarcık Afet Kriz Koordinasyon Merkezi’ne kayyum atanarak, koordinasyon merkezine iletilen yardımlara el konuldu. Halkın dayanışması kayyumlar ile engellenmeye çalışıldı.

Depremin ardından; afet dönemlerinde, afet bölgelerine yardım götürmekle yetkili en önemli kurum olan Kızılay’ın ise şirket gibi çalıştığı, böylesi büyük bir depremde bile “yardım”ı değil “kazanç sağlamayı” öncelediği, halk çadır ararken çadır ve konserve sattığı ortaya çıktı.

Çadırlar en erken üçüncü günden itibaren dağıtılmaya, çadır kentler ise dördüncü gün kurulmaya başlandı. Çadır kentler oluşturulurken zemin özellikleri dikkate alınmadı, zemin düzenlemeleri yapılmadan, ısı yalıtımı ve su basmasının önlenmesi için altına palet bile yerleştirilmeden doğrudan toprak üzerine kurulan çadırlarda yaşamak zorunda kalan insanlar depremden sonra bir de sel felaketine maruz kaldı.  

Çadırlarda, konteynırlarda ısınma çoğunlukla odun-kömür sobaları ve elektrik sobaları ile sağlandığı ve yangın riskine karşı da herhangi bir önlem alınmadığı için Maraş’ta, Hatay’da, Malatya’da, Adıyaman’da çıkan yangınlarda çocuklar hayatını kaybetti, insanlar yaralandı, çadırlar kullanılamaz hale geldi.

Güneş Koruyucuları Hakkında Bilmeniz Gereken Her Şey Güneş Koruyucuları Hakkında Bilmeniz Gereken Her Şey

Sonuç itibariyle; acil ve geçici barınma yerleşimlerinin yetersizliği ve plansızlığı nedeniyle barınma sorunu çözülemedi, insanlar haftalarca yemek, tuvalet ihtiyaçlarını karşılayamadı, temizlik ve hijyen imkanlarına erişemedi, kullanma suyuna erişimleri mümkün olmadı. Depremden etkilenen milyonlarca insan kış koşullarında sokaklarda kalmak zorunda kaldı.

Geçici yerleşim alanları kadınların, çocukların ve LGBTİ+’ların güvenliğini sağlayacak, toplumsal cinsiyet eşitliğine uygun şekilde düzenlenmedi, hem yardımlara erişim hem de şiddet açısından kadınlar için özel önlemler alınmadı.  Deprem bölgesinde kadınları şiddetten uzak tutacak önlemler alınmadığı gibi, şiddete uğrayan kadınların başvuracağı mekanizmalar etkili hale getirilmedi. Örneğin Hatay’da Aile Mahkemesi aktif olmadığı için 6284 sayılı yasa kapsamında alınan kararlar onaylatılamadı.

Deprem sonrasında yıkılan binalardan çıkan moloz ve atıkların bertaraf edilmesi ise ayrı bir sorun olarak karşımıza çıktı. İnsan sağlığı ve doğaya vereceği zarar düşünülmeden rastgele çadır kentlerin yanına, milli parklara, sahillere, zeytinlik alanlara ve şehir merkezlerine hafriyat atıkları boşaltıldı.

Enkaz kaldırma çalışmalarına katılan işçiler, işçi sağlığı ve iş güvenliğine aykırı olarak başta asbest riski olmak üzere kimyasallara karşı koruyucu ekipman verilmeden, maske bile taktırılmadan çalıştırıldı.

Depremin üzerinden 1 yıl geçti.

 Deprem bölgesinde yaşayan insanların sorunları devam ediyor. Barınma sorunu devam ediyor. Eğitim, sağlık hizmetlerine erişim kısıtlı. Çocuklar yanarak can veriyor…

1 yılın sonunda bu ülkenin cumhurbaşkanı, AKP genel başkanı Erdoğan, Hatay’da yaptığı konuşmada;“Bir gerçeği sizlere şu anda söylüyorum; Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı. Hatay Mahsun kaldı.” Diyerek yerel seçimler öncesi başka partilere oy vermemesi için halkı tehdit ediyor.

Ve yeni depremlere karşı bilim insanları uyarmaya devam ediyor.

Deprem bilimsel bir gerçekliktir. Bu gerçekliğin karşısında yapı stokunun denetlenmesi, bir yandan teknik gereklilikler yerine getirilerek depreme dayanıklı yapıların inşa edilmesi, diğer yandan da altyapı, toplu ulaşım, yangından korunma, halkın temiz içme suyuna ulaşabilmesini sağlayacak sistemlerin, deprem riski öngörüsüyle inşa edilmesi acil bir görevdir.

Yüzde 98’i aktif ve farklı deprem kuşakları üzerinde yer alan bir deprem ülkesi olduğumuzu hatırlatıyoruz.

Depreme karşı mücadele “riskli binalarda oturmayın” diyerek halkın sırtına yüklenemez! Takdiri ilahi, kader denilerek sorumluluk havale edilemez.  AKIL VE BİLİM olmadan depreme hazırlanılamaz.

Güvenli binalarda yaşamak bir insan hakkıdır. Öncelikle tüketim, rant ve kar odaklı kent politikaları derhal terk edilmelidir.

Kentsel dönüşüm programları, kar ve rant odaklı değil, barınma hakkı kamusal bir hak olarak görülerek projelendirilmelidir.

Deprem sonrası toplanma alanları özel önem arz etmektedir. Örneğin; İstanbul gibi yaklaşık 16 milyon insanı barındıran bir şehirde deprem sonrası toplanma alanlarının sayısı sadece 77’dir.

1999 depreminin ardından ‘Afet Acil Eylem Planı’ çerçevesinde belirlenen 493 toplanma alanı imara açılmış ve yerine rezidans, AVM ve otopark inşa edilmiştir. İstanbul depreminin yeniden hatırlattığı “toplanma alanları sorunu” sadece İstanbul’a özgü değildir.

Kağıt üzerinde toplanma alanı belirlemek de yetmez. Deprem sonrası toplanma alanlarının; üzerinde geçici kentlerin kurulabileceği, insanların asgari düzeyde yaşamlarını devam ettirecekleri düzeyde olması gerekmektedir.

6 Şubat depreminin üzerinden 1 yıl geçti;

6 Şubat depremi sonrasında ortaya çıkan ve halen devam eden her boyutta sorun derhal çözüme kavuşturulmalı, bölge halkının barınma ve insanca yaşam ihtiyaçları insan odaklı bir yaklaşımla ve devletin tüm olanakları kullanılarak giderilmelidir. 

Ve ACİLEN;

1. Yaşam hakkını önceleyen, insan, doğa ve tüm canlıları odağına alan bir kent planı için yerel yönetimler ve başta emek meslek örgütleri olmak üzere demokratik kitle örgütleriyle birlikte kent koordinasyonları kurulmalıdır.

2. Halkın güvenli konutlarda oturma ve temiz bir çevrede insanca yaşama hakkı vardır. Halkın kendi yaşam alanları ile ilgili söz ve karar hakkına sahip olduğu mekanizmalar yaratılmalıdır.

3. Kamu binalarının depreme karşı güvenli oluşu tartışılmaz bir gerçek olmalı, başta hastaneler, okullar deprem sonrası işlevini yerine getirebilmelidir.

4. Kentlerde altyapı, toplu ulaşım, yangından korunma gibi sistemler, deprem riski öngörüsüyle inşa edilmelidir.

5. Deprem sonrası kullanılmak üzere yeterli, insanların asgari düzeyde yaşamlarını devam ettirecekleri toplanma alanları belirlenmelidir.

6. Eğitim, sağlık, barınma, beslenme ve ulaşım gibi en temel hizmetlerin eşit, nitelikli güvenli ve ulaşılabilir olmaları her koşulda güvence altına alınmalıdır.

7. Afet bilinci ve kültürünün gelişmesi için ilköğretimden itibaren coğrafya ve jeoloji dersleri müfredata alınmalı; afet öncesi, afet anı ve sonrası için eğitimler verilmeli, afet esnası ve sonrasında yapılacaklara dair eğitimler ilkokul seviyesinden başlatılmalıdır.

8. Afet yönetiminde toplumsal cinsiyet eşitliği temel alınmalıdır. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin hayata geçirilmesi kamu politikası olarak kabul edilmeli ve afet yönetiminin tüm süreçleri bu politika üzerinden yapılandırılmalıdır.

9. AFAD ve Kızılay yeniden yapılandırılmalı, iktidardan bağımsızlaştırılmalıdır. İllerde AFAD danışma kurulları oluşturulmalı, ilgili demokratik kitle örgütleri ve yerel yönetimler bu kurullarda yer almalıdır.

Sağlıklı bir çevrede yaşama ve barınma hakkı bir insan hakkıdır! Depremler katliam olmasın!

Editör: Haber Merkezi