"İstanbul, kent içinde yaşayan vatandaşların, kentteki yabancıların, birbirinden farklı amaçlarla biraraya gelmiş grupların özgünlüklerini vurgulamak istedikleri, kendi tahayyül güçlerine uygun yaşam alanları oluşturdukları, kendi kültürlerini yeniden ürettikleri, aidiyet alanı oluşturabildikleri bir yer olma özelliğini yavaş yavaş kaybetse de tükeneceğine inanmıyorum."

Berken Döner’in İstanbul’da iz bırakanlarla ve adeta kentle yaptığı sohbetlerden oluşan Gazete Duvar’da yayımlanan makalelerinin yer aldığı 'Öyle Bir İstanbul' bireylerin ve ailelerin hatıraları üzerinden şekillenen anlatılar aracılığıyla, İstanbul’u türlü yaşam portreleriyle okumayı öneriyor.

'Öyle Bir İstanbul', Aras Yayıncılık tarafından yayımlandı

Berken Döner, Öyle Bir İstanbul kitabında İstanbul’un geçmişini, eski çokkültürlü günlerini, insanlığın evrensel serüveninden ayrı düşürmeden, insanlık hallerinin ve hikâyelerinini aktarıyor.

Yazar, bir istanbul hayranıdır. Ondaki bu İstanbul sevgisi onu kalafat yerlerine, gölgeli duvar diplerine, kıyılara götürüyor. Oralarda insanlarla tanışıyor. Kendi halinde, dünyanın şu anki hâli karşısında şaşkın, “sıradan” insanlarla. Bu insanların ortak özellikleri azınlık olmaları ve kişisel hikayelerinde İstanbul’un yer almasıdır. Bu insanların anılarını, tanıklıklarını kayda geçirerek unutulmamasını sağlamakta büyük bir yaşamışlık buluyor ve  onları yazıyor. 

Yazar; yaşadığı, gördüğü, deneyimlediği İstanbul’u yeryüzünün en insani kenti olarak tarif ediyor. “İnsani” derken… İstanbul’u insanlığın evrensel serüveninden ayrı düşünmüyor. Kenti o büyük serüvendeki insanlık hallerine benzetiyor. Tıpkı onun gibi yıkık, korkak, cesur, bocalayan, yalpalayan… Diğer yandan mağrur ve görkemli.

Kenti kent yapan insan mıdır, yoksa insan mı yaşadığı kentin ürünüdür? sorusunu her okur kendine göre değerlendirecektir. Ancak yazarın eserinde bu sorunun yanıtı "aidiyet”  kavramıyla anlatısını bulmuştur;  kentsel mekân bağlamında ele alındığında kişilerin kendilerini bir mekânın parçası olarak görmeleri, bu nedenle de kendilerini o mekân üzerinde söz sahibi ve sorumluluk sahibi olarak hissetmeleri durumunu ifade eder. Bir mekâna bağlılık durumu, bireyi ait olunan yerin bir parçası haline getirir. Bireyler içinde yaşadığı kentin sosyo-kültürel özellikleriyle biçimlenirler.Kentler, kültür ve kimliğin, zaman ve mekânın gerilimli fakat yine de bir aradalık sergilediği heterojen alanlardır. Kentin fiziksel tanımı içerisine toplumsal ilişkiler de dahil edilebilir. Kullanıcıları için “mekân” olmanın ötesinde toplumsal/politik aidiyetlere, farklı yaşamlara, kültürel çoğulculuğa cevap verir. Bu yönüyle de kültürel çeşitliliğin ve farklı yaşam tarzlarının ortaya çıkmasına olanak sağlayan bir yapıdır. Kitapta yer alan anlatıların hepsini yan yana getirdiğimizde, “birlikte yaşamak” üzerinden şekillenen çoğulcu bir kent kültürünün olup olmadığının sorgulanmasının kaçınılmaz olacağını düşüncesi ortaya çıkıyor. Kent kimliğini şekillendiren diğer bir unsur, o kentte yaşayan bireylerin, birikimleri, deneyimleri, düşünceleri, davranışları, gelenekleri ve inançlarından oluşur.

Öyle Bir İstanbul’un sunuş yazısında, görüştüğü insanlardan bahsederken, “Onlara İstanbul’un görkemli, çokkültürlü geçmişinden kalan antikalar gibi yaklaşmaktan imtina ettiğini belirtiyor. Dolayısıyla bu kitap böylesi bir müzeleştirme projesi önermediğini vurguluyor. Rum ve Ermeni tanıkları için şerh düşüyor. Onlar üzerinden üretilen İstanbul nostaljisini son derece rahatsız edici görüyor.  Bu toplumları donmuş, durağan, karar verme mekanizmasının dışındalarmış gibi göstermenin yanlış olduğunu hatırlatıyor. Hayatın içinde olduklarını ve onların, semtlerinde capcanlı bir yaşam sergilediklerini tanıklığını dile getiriyor. “Bu kitapta hiç nostalji yok, bunun bilinmesini isterim. Böyle bir şey beni ilgilendirmiyor” diyor. “Müzeleştirme” yerine, toplumsal belleğin canlı tutulmasını savunuyor.

Ayrıca İstanbul’un yıllar içinde geçirdiği büyük değişim ve değişimin sonunda şu anki İstanbul’ u sezgisel bir kıyaslamayla sunuyor. Kentin korkunç bir yıkımla alt üst edildiğinden söz ediyor. Bir röportajında “Kenti hissetmek ve aidiyet bağı kurmak bugün zor. Hemen aklıma sokak, cadde isimlerinin bilinçli bir politika ile değiştirilmesi geliyor. Mekânın geçmişten izler taşımaması, “yer yurt” imgesini yok ediyor. Bu sokaklarla doğrudan bir duygusal ilişki kurulamıyor. Yerlisini kaybeden kent mekânları,gittikçe geçiciliğin mekânı konumuna geliyor. İstanbul, kent içinde yaşayan vatandaşların, kentteki yabancıların, birbirinden farklı amaçlarla biraraya gelmiş grupların özgünlüklerini vurgulamak istedikleri, kendi tahayyül güçlerine uygun yaşam alanları oluşturdukları, kendi kültürlerini yeniden ürettikleri, aidiyet alanı oluşturabildikleri bir yer olma özelliğini yavaş yavaş kaybetse de tükeneceğine inanmıyorum. Rağmen tükenmez!” diyor.

İstanbul, mekansal olarak değilse de insan faktörüyle hala hafızasını korumaya devam ettiğini vurguluyor. Bu noktada, “Eski İstanbul” anlatısının en azından bir nirengi noktası olarak korunup, günümüzde aldığı iç ve dış göçlerle birlikte nüfusu gittikçe artan İstanbul için birleştirici bir rol oynayıp oynamadığı da ayrı bir tartışma olabilir. Yine de her şeye rağmen İstanbul’un tükenmeyeceğine inanıyor.

Kaybettiğiniz sevdiklerinizi son bir kez daha görebilseydiniz, onlara ne söylerdiniz? Kaybettiğiniz sevdiklerinizi son bir kez daha görebilseydiniz, onlara ne söylerdiniz?

Berken Döner

1990 yılında Adana’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini burada tamamladı. Kocaeli Üniversitesi’nde İletişim Bilimleri Bölümü’nde doktora yaptı. Gündelik hayat, kent sosyolojisi ve azınlıklar çalışma alanlarıdır.

Editör: Süleyman Devrim Boğa