“BİZ”DİR O, VE HER DAİMA BİZİMLEDİR[*]

TEMEL DEMİRER

“Büyük amaç uğruna

ölmek daima yaşamaktır.”[1]

“Gerçek bildiğin yolda tek başına kalsan da, mücadeleye devam etmelisin!”

“Mücadele azmi olmayan bir insanın yaşayan ölüden ne farkı var ki!”

“Her ne kadar ertelenmiş hayallerimiz olsa da, yarına umutla bakan gözlerimiz var. Çünkü yarınlar bizim!”

“Her şeye rağmen düşmana inat yaşayacağız. Yarın bizim çünkü... Biz öleceğiz ama çocuklarımız bırakacağımız mirası taşıyacaklar yüreklerinde. Ve onların yürekleri bizim altında ezildiğimiz korkuları taşımayacak!”

“Zulme dayalı tüm saltanatlar yıkılacaktır!” derdi ve dediklerine uygun müthiş bir serüveni yılmadan yaşadı; adı Yılmaz Güney’di.

 Müesses Türk İslâm sentezi “nizam”ın “makbul vatandaş” tanımına uymayan O; büyük sinemacı, yazar ve Kürt komünistiydi.

Neyi “tartışmaya” kalkışırlarsa kalkışsınlar, devrimciliğine söz edilmesi mümkün olmayan O; gözünü budaktan sakınmayan bir adanmışlığın öğretici/ örnek mücadele tarihiydi.

Çok önceleri demiştim. Tekrarlıyorum: “Yılmaz Güney’i ‘tanımam’. Ya da uzağındaki herkes kadar ‘tanırım’. Onu, topu topu üç kere gördüm. İlki, 70’li yıllarda, Ankara’daki bir film galasınydı... Film, ‘Umutsuzlar’ mıydı, yoksa ‘Endişe’ miydi? Onu hatırlayamıyorum. Galada unutamadığım, Yılmaz Güney’in konuşmasıydı.

İkinci görüşüm, 12 Eylül karanlıklarının yurtdışına yansıyan boğucu karamsarlığı içinde, ülkedeki mücadele ile dayanışmaya yönelik toplantıya denk düştü... Paris’in Maubert-Mutualité Salonu’nda, ‘iğne atsan yere düşmüyordu’. Yılmaz sahneye çıktı. Kendinden emindi. Herkesi ferahlatan sakin içtenliğiyle, öfkelerimizi dile getirdi. Yine gülümsüyordu...

Üçüncü ve sonuncu görüşüm, Paris’in Bastille meydanından başlayan ve Avrupa Parlamentosu’nun bulunduğu Strasbourg’a yönelen ‘uzun yürüyüş’ün güzergâhındaydı... Yıl 82 mi, yoksa 83 müydü? Yine anımsayamıyorum. Yılmaz’ı son gördüğümde, Yılmaz hastaydı. Ama yine de gülümsüyordu...

Pratik bir alışverişim olmayan Yılmaz Güney’le ilgili ‘anılar’ım yok. Bunu ne eksilik ne de fazlalık olarak nitelemedim ve nitelemiyorum. O, benim için, vazgeçmeyen/ boyun eğmeyen bir mücadele insanıdır. Halk kahramanıdır. Sosyalisttir, sürgündaşımdır... Yılmaz Güney, gülümseyerek, sol yumruğunu havadan indirmeyen bir mücadele adamı ve halk kahramanıdır,”[2] diye yazmıştım Onun için. Hâlâ da böyle benim için Yılmaz Güney; birçok kez yazdığım satırlarımda.[3]

O bir zamanlar “yakışıklı krallar”ın at koşturduğu Yeşilçam sokaklarını bir “çirkin kral” olarak fethetmiş, art arda çektiği sayısız filmle ezilenlerin gönlüne taht kurmuştu.

Dünya politik sinemasında önemli yeri olan, sinema tarihimizin mihenk taşlarından Yılmaz Güney; imza attığı filmleri ve mücadelesiyle yaşayıp, anılıyor.

Yokluk içinde geçen çocukluk yıllarında pantolonunun iki yanındaki yamayı örtsün diye sırtından çıkarmadığı solmuş ceketinden, okurken çalıştığı iki işinden, göç yollarından, sürgünlerden, cezaevinden Altın Palmiye’ye uzanan bir yolda yaşadı hakkını verdiği serüvenini…

YAŞAM SERÜVENİ

İoanna Kuçuradi’nin, “Karamsar olmayın; erdemli yaşamak isteyen insanlar da var dünyada”; Honoré de Balzac’ın, “Çok acı çeken insan, çok yaşamış demektir”; Johann Wolfgang von Goethe’nin, “Şudur son sözü bilgeliğin: Hak eder özgürlüğü ve yaşamı ancak, her gün onları yeniden kazanmaya çalışan kişi”[4] betimlemeleriyle müsemma yaşamı boyunca ezilenlerin yanında saf tutan; bedelini de sürgünde, zindanlarda ödeyen O; bir sinema oyuncusu, senarist, yönetmen, yazar ve devrimci militan olarak gündemden hiç düşmedi.

“Herkes bir gün ölür, kimi toprağa, kimi yüreklere gömülür,” denir ya hani; O, yüreklere gömüleceğini biliyordu. Çünkü hem sineması hem duruşuyla halkına adanmış bir kimlik oluşturdu.

O; “Asıl hapishane insanın kafasında yarattığı hapishanedir. Hayatı sınırlayan hapishane odur ki, ilk fırsatta yıkılmalıdır. Dünyayı daha iyi kavrayabilmek için,” diyordu.

Gerek eserleri, gerek hakkında yazılanlar, aradan yıllar geçse de sahiciliğinden hiçbir şey kaybetmedi.

O kendini kısaca şöyle tanıtıyordu: “Bir sanatçı olarak Yılmaz Güney diye bilinirim. Asıl adım Yılmaz Pütün’dür. Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve baş eğmez anlamına gelir; soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir. 1937 yılında, Türkiye’de, bir güney şehri olan Adana’nın Yenice köyünde doğdum. Kürt asıllı, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biriyim.” Yaşamı bir destan gibidir. Babası Siverekli, annesi Vartolu Kürtler olmakla birlikte o, kendisini asimile edilmiş bir Kürt olarak tanımlamıştı.

Daha 9 yaşındayken çalışmaya başladı. Pamuk işçiliği çobanlık, simitçilik ve kuryeliğe kadar birçok işte çalıştı. Sanata merakı da erken yaşlardadır. Daha 18 yaşındayken yazdığı “3 Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” başlıklı öyküsünde “komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle takibata uğradı. Hakkında dava açıldı.

Bu süreçler devam etti. Bundan sonra hayatının nasıl bir yön aldığını Yılmaz Güney şöyle ifade ediyor: “Önümdeki tek yol, kendimi hayatın okulunda, hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığı ile eğitmekti. Öyle yaptım… Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık, hayatın katı kuralları, toplumsal baskılar, kahpelikler, yiğitler… Karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık… Öğretmenlerimden biri zor’dur…”

Gerçekten de ‘zor’dan dersler çıkardı ve zor olan birçok şeyi başardı.[5]

Yılmaz Güney, her şeyden önce, sinemanın gelmiş geçmiş en önemli simgelerindendir. Oyuncu ve senarist olarak girdiği sinema çalışmalarında esas büyük başarısını bir süre sonra senarist ve yönetmen olarak gösterecektir. Bu, birdenbire olmamıştır.

Yılmaz’ın “Çirkin Kral” olarak şöhreti elbette oyunculuğundan geliyordu. Senaristliği, daha önce edebiyatla meşgul olduğu için kendiliğinden gelen bir faaliyetti. Ama yönetmenliği, genel olarak sinemacılığı, Fransa’da sanat sineması bağlamında kullanılan bir terimi kullanırsak cinéaste kişiliği, devrimle temasa geçtikten sonra gelişmiştir.

Yılmaz 1971 devrimci hareketine hamlelerinde lojistik destek sağlayarak içine girdiği devrimci mücadele sonucunda 12 Mart dönemini 1974 affı çıkana kadar Selimiye’de tutuklu geçirdiğinde dışarı başka bir insan olarak çıkmıştır. “Arkadaş” ve “Umut” filmlerinden “Sürü” ve “Yol”a uzanan güzergâh işte bu büyük dönüşümün ürünüdür. Yılmaz olağanüstü bir sinemacı olduysa bu devrimciliği sayesindedir.

Yılmaz Güney proletaryanın ve emekçi köylülüğün sanatçısının sinemadaki örnek temsilcisidir. “Arkadaş” ve “Umut”tan sonra her yaptığı film, Türkiye toplumuna ve içinde yaşadığımız çağa proletaryanın ideolojik merceğinden bakarak, her zaman taraf tutarak, konuya proletaryanın teorik kavrayışının, tarihsel maddeciliğin ışığını yansıtarak tasarlanmış ve çekilmiştir.

Yılmaz tam “halk adamı”dır. Aynen Yaşar Kemal gibi. Üniversiteye değmiştir ama işçi-köylü çocuklarının şanslısının değdiği gibi. Esas olarak, kendini yetiştirmiştir. İçinden geldiği halk ortamını hem çok iyi tanır hem de birçok özelliğini hayatı boyunca terk etmemiştir. “Çirkin Kral”ın halkla ilişkisini tanımlayan da budur. Yılmaz sol kültür-sanat dünyasında işçi-emekçi halkın “bizden biri” olarak gördüğü ender “şöhret”lerden biridir.

Nihayet, Yılmaz, Türkiye kültür-sanat ortamında Kürt halkının katkısını en parlak biçimde temsil eden ve bunu gittikçe daha güçlü ve aydınlanmış tarzda yapan bir sanatçıdır.[6]

Yılmaz Güney, Can Yücel’e nazireyle söyleyelim, bu 100 yılın en hızlı 100 metresini koşandır. Deli dolu bir hayat, kavga, cinayet, hapis, sinema sanatının her alanında çalışma ve devrimci komünist dava. Yılmaz üç defa hapis yatmıştır. İlki 1961’de edebi çalışmalarında “komünizm propagandası” yapmaktan bir buçuk yıl. İkincisi 12 Mart’ın dağdağası içinde “teröristlere yardım ve yataklık”tan 1972’de iki yıl, sonuncusu ise Adana Yumurtalık savcısını, kendisine siyasi nedenlerle laf attığı için öldürmek iddiasıyla 1976’da, ama bu sefer 19 yıl! Devrimcimiz beş yıl yattıktan sonra artık 40’ını geçmiş bir delikanlı olarak bir tekne ile Meis Adası’na, sonunda sığınacağı Fransa’ya kaçar.

Yılmaz’ın Türk sinemasındaki yeri, önce “Çirkin Kral” olarak tanınır. Halktan biri olarak düzenin en kirli temsilcileriyle kavga ettiği aşk ve macera filmlerinde halkın en yoksul ve eğitimsiz katmanlarının kalbini kazanan, düzenle uzlaşamayan adam rolleri oynar. Sarışın Göksel Arsoy’ların, Ediz Hun’ların “kibar salon erkeği” rolüyle genç kızların yüreğini çalmasının beklendiği bir çağda kara kuru Anadolu çocuğudur

O, 1937’li idi. Yani Che (1938) ile aynı kuşaktan. 1968’li diye bilinen devrimciler kuşağı, Deniz’lerin, Mahir’lerin, İbo’ların kuşağı ise Füruzan’ın sembol romanında verdiği yıl ile söylersek “1947’liler”di. Yani Yılmaz 1968 kuşağından yarım kuşak büyüktü. Ama aynen onlar gibi devrimciydi, komünistti.

Daha 24 yaşında “komünizm propagandası” yüzünden hapse mahkûm olan bu adam bir çeyrek yüzyıl boyunca gittikçe daha çok komünist, gittikçe daha fazla pratik anlamda devrimci oldu. 47 gibi olgun, ama daha çok şey verebilecek bir yaşta ölmeseydi, nereye kadar giderdi, düşünmesi bile heyecan verici.

Sanatının adım adım sola kaydığını yukarıda gördük. Daha önemlisi, Yılmaz insan olarak her geçen yıl değişiyor, daha çok komünist oluyordu. 30 yaşına kadar hep yazan ve yaratan bu insan bir kurumun parçası olmak için adım atmamıştı. Oysa 1972’de ikinci hapisliğinde Güney dergisini yayınlamaya başladı. Artık yaratıcılık alanında da siyasette de kolektif yoldan yürümeyi kararlaştırmıştı.

Bu giderek bir komünist örgütlenme eğilimine dönüştü. Yılmaz komünistti.

Yılmaz’ın sinemasını sevip komünizmini bir kenara bırakmak istemek olmaz. Aynen memleketlisi Orhan Kemal ve genç Yaşar Kemal gibi, daha da önemlisi aynen Nâzım Hikmet gibi “sevdalınız komünisttir”!

Yılmaz Güney’in “lumpenliği” çok eleştirilmiştir. “Silah düşkünlüğü, kabadayılığı, kavgacılığı”, en sonunda işlediği “cinayet”, “kadınlara karşı maço tavrı”, “külhanbeyi üslubu” ve daha neler neler! Kimi bunları bir aydına yakışmaz diye eleştirir. Kimi komüniste yakışmaz diye…

Ne var ki, eleştiriciler insana ne bir Marksist gibi diyalektik çerçeve içinde, ne de gelişme teorisinin kalıpları çerçevesinde bakıyor. Bir hayatın çok farklı evrelerindeki bir dizi davranış ardı ardına diziliyor. Bunların hangisinin hangi aşamada yaşandığı, neyin neyi izlediği, neyin neyin yerini aldığı bile araştırılmıyor. Soyut, metafizik yöntemle düşünülmüş, genel geçer, basmakalıp değerlendirmeler.[7]

TARTIŞ-MA! FASLI?

Tartış-ma faslında Oscar Wilde’ın, “Olabilecek en zevksiz, en yavan çağda yaşıyoruz,” vurgusu eşliğinde; Marie-France Hirigoyen’in, “Aşağılama, zayıf kişinin silahıdır; bu, istenmeyen duygulara karşı bir savunma biçimidir. Zayıf kişi, bir alaycılık ve şakacılık maskesinin arkasına gizlenmiştir”…[8]

Emil Michel Cioran’ın, “Aşırı ölçüde tekrarlanan kelimeler bitkin düşer ve ölürler”…[9]

Murathan Mungan’ın, “Hayatta kimsenin görmek istemediği kadar çok acı vardır. Siz yalnızca seçtiklerinizi fark edersiniz”…

Montesquieu’nun, “Laf yetiştirmekten, kendini yetiştirmeyi unutmuş insanlar var”…

Stefan Zweig’ın, “İnsanın konuşacak kadar zekâya, ya da susacak kadar akla sahip olmaması büyük bir talihsizliktir”…

Maxime Lagacé’ın, “Aptallar etkilemeye çalışır. Bilge sadece ifade eder”…

Ronald David Laing’ın, “Öldüğünüzde ölü olduğunuzu bilmezsiniz. Bu sadece başkaları için zordur. Aynı şey salak olduğunuzda da geçerlidir”...

Peyami Safa’nın, “Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok!”…

Amerikalı Yerli sözü’nün “Emreden dinlemez. Dinlemeyen anlamaz. Anlamayan sevemez. Sevemeyen korkar. Korkan yok eder. İşte siz! Yok ediyorsunuz”...

Pierre Beaumarcha’nın, “En acımasız olanlar en çok hata işleyenlerdir”…

Konfüçyüs’ün, “Yalan söyleyenler, doğru söyleyenlere inanmazlar”…

Farid Farjad’ın, “Güzel insan’ aramak ile ‘insandaki güzelliği’ aramak arasında derin bir fark vardır”…

Maximilien Robespierre’in, “Özellikle özgürlüğün düşmanları için sızlanan duyarlılık beni kuşkulandırır,” uyarıları anımsanmalıdır.

Kolay mı?

Toplumsal ve politik kimliği, Urfa’dan göç etmiş yoksul bir Kürt ailesinin çocuğu olarak Adana’da sınıfsal ve etnik olarak yaşadığı derin çelişki ve çatışmalarla biçimlenen…

Hamallık yaparken yazdığı öyküyle daha 18 yaşındayken “komünizm propagandası yapmak”tan yargılanan…

“Boynu Bükük Öldüler” romanıyla Orhan Kemal ödülü alan…

Senarist, yönetmen, oyuncu ve yapımcı olarak onlarca filmin yaratıcısı…

Müthiş bir estetik yaratıcılığın sahibi, Cannes Film Festivali olmak üzere ulusal ve uluslararası festivallerden ödüller alan…

Ve tüm bunları gözaltılar ve hapishanelerle bezeli 47 yıllık yaşamına sığdıran, yaşamını sürgünde kaybeden Yılmaz Güney, olanca zaptedilmezliğiyle, egemen Türk(iye) kültür endüstrisince nefret nesnesine dönüştürülüp, “şiddet sembolü” olarak itibarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Onun ne dünyasıyla ne yarattığı sinemayla en ufak bir ilgisi, ilişiği olmayan genç bir kadın oyuncunun, Farah Zeynep Abdullah’ın işaret fişeği ile[10] başlayan linç kampanyası öyle kendiliğinden gelişen bir durum değildir.

Ayrıca Farah Zeynep Abdullah, ödülünü Yılmaz Güney’e adayan Nur Sürer’e, “Ne Yılmaz Güney’i be” tepkisini koyarken; “Yılmaz Güney çok önemli bir sinemacı,” diyen Nur Sürer, “Bunu yazanların bir tane Yılmaz Güney filmini izlediklerini zannetmiyorum. Yılmaz Güney sevgimi hiç kimse alamaz benden.”[11] “Yılmaz Güney bizim sinemacılar için gerçekten çok önemli bir adam. Yeşilçam’dan bu yana gelen hikâyemizde hiçbir sinemacı Yılmaz Güney ile ilgili en ufak bir şey konuşamaz, konuşmaz. O bizim kıymetlimizdir. Sinemacıların kırmızıçizgisidir ama bazı densizler, filmi bile izlememiş. Herhangi bir Yılmaz Güney filmini izlememiş insanlar. Adam öleli 40 yıl olmuş, 30 yaşındaki biri Yılmaz Güney ile ilgili bir hikâye uydurabiliyor,”[12] yanıtını verdi.

Aynı konuda Yılmaz Güney’in yeğeni Şule Demirezen, “Artık ölümsüzleştiği ve bizimle her an yaşadığı için konuşuluyor. İlgili-ilgisiz herkes konuşurken biz aile bireyleri sustuk. 40 yıl önce yaşamını yitirmiş dayıma bugün bile sosyal medyadan sayısız hakaretler ediliyor. Ona hakaret edip saldırmak adeta bir kampanyaya dönüştü. Çünkü Yılmaz dayım devrimci bir sanatçıydı. Hiçbir zaman geldiği yeri, yürüdüğü yolu inkâr etmeden kendi gelişimini sürdürdü. Herkes düşüncelerini söylemekte özgürdür. Dolayısıyla herkes Yılmaz Güney’i sevmek ve takdir etmek zorunda değil. 40 yıldır onu unutmayan, unutturmayan halkı var. Geriye dönüp şöyle bir bakın, aramızda olmayıp 40 yıldır konuşulan kaç kişi var? Yılmaz Güney’den rahatsız olanlar konuşmaya devam edebilir. Sanatçı dostları ve onu sevenler, Paris’teki mezarının başına eksik olmayan çiçekler bırakmaya devam ediyor,”[13] yanıtını verirken; elbette Yılmaz Güney de tartışılır, hiç kimse eleştirilmekten muaf değildir. Ancak Yılmaz Güney tartışmasının asıl hedefini ve tartışmayı kullanan siyasi odağın amacını saptamak tartışmanın içeriğinden daha önemlidir.

Yılmaz Güney’i de öncelikle sanatın ölçüleriyle değerlendirmeliyiz. Ve o ölçüler içinde Yılmaz Güney coğrafyamız sinemasının en tepesindedir. Dünyaya etkisi bakımdan kıyaslarsak şiirinde Nâzım neyse, sinemada da Yılmaz Güney odur.

“Kadına şiddet” ya da Yumurtalık vakası üzerinden Onun sanatını “küçümseme”ye kalkanlar, kendisini küçültür. Çok başarılı bir sanatçı ve çağının ve toplumun çelişkilerini çözümleyerek tutum takınan bir kişi olarak aynı zamanda aydındır.

Kaldı ki, bugün ülke sineması “Yeşilçam melodramları”nın fevkinde yapıtlar üretip, Farah Zeynep gibi genç sanatçılara kimi zaman uluslararası boyutlarda bir “görünebilirlik” alanı sağlıyorsa, bu yolu açanların en önemlilerinden biri, içinden çıktığı Yeşilçam klişelerini paramparça etmeye cüret edebilmiş Yılmaz Güney’dir…

Özetle sanatçıyı sanatıyla ve sanatın ölçüleriyle değerlendirmeliyiz; kişisel zaafları, hataları ve suçlarıyla değil.

Gelelim Yılmaz Güney tartışmasının asıl hedefine. İktidarın yayın organı ‘Yeni Şafak’ın yazarı net bir dille ortaya koyuyor o hedefi: “Yılmaz Güney isimli tanrılarının fanusunda hafif bir çatlak oluştu. Darısı Mahir’inden Deniz’ine diğer tanrıların başına.”[14] Asıl mesele budur; buradadır!

OYSA… YA DA DÖNÜŞÜMÜ(NÜ) GÖR(EBİL)MEK

“Nemo Sine Vitio Est/ Hiç kimse hatasız değildir”; “Vincit qui se vincit/ Kendini yenen yenilmezdir,” vurgularındaki üzere Yılmaz Güney, Rainer Maria Rilke’nin, “Kim kendisini, önce paramparça etmeden yenileyebilmiştir?”; Samantha Rose Hill’in, “Düşünmek aynı zamanda kendini anlama, kendini bilme sürecidir”;[15] Stefan Zweig’ın, “İçinde bir şeyler hayır diyorsa, sen de hayır demelisin,” ifadeleriyle müsemma büyük dönüşümü geçirmiştir… (Tabii Farah Zeynep Abdullah gibi görmemeyi seçenler bu dönüşümü anlamanın uzağındadır!)

Fatih Altaylı: "Kılıçdaroğlu Seçilirse Gazeteciliği ve Yayıncılığı Bırakırım" Fatih Altaylı: "Kılıçdaroğlu Seçilirse Gazeteciliği ve Yayıncılığı Bırakırım"

Sözünü ettiğim hâl Onun satırlarında şöyle ifade edilir:

“Kişisel nitelikler gösteren hırs, inat, kin, nefret, acımasızlık yön verdi hayatıma bir zamanlar. Bütün bu dengesiz duyguları, sağlıklı bir biçimde yönetecek, yönlendirecek, toplumsal yanlarını zenginleştirecek bilinç birikiminden yoksundum. Teorik ve ideolojik temelim zayıftı. Düşündüklerimle yaptıklarım arasında büyük çelişkiler vardı. Yoksul halkımızdan söz ediyor, onun mutluluğu için elimden gelen her şeyi yapacağıma inanıyordum. Fakat pis bir burjuva gibi yaşıyordum ve çevremi saran pisliği yırtacak gücü bulamıyordum.”[16]

“Cezaevi günlerim benim için yeniden doğuş olmuştur. Arınmak, yalınlaşmak, bir takım sahteliklerden kurtulmak zorunluluğunu duydum orada. Orada, toplumun çeşitli kesimlerinden aldığım, kendime mal ettiğim tutarsız eğilimlerimin farkına vardım.”[17]

Aynı konuda eşi Fatoş Güney’in altını çizdikleri de şunlardı:

“Selimiye’deki iki yılı aşkın tutukluluğu boyunca Yılmaz’ın düşünceleri tek bir noktaya odaklanmıştı: Demokratik Halk Devrimi. Bunu bir hayati görev olarak üstlenmiş, büyük bir umut ve inançla bilimsel bilginin izinde olmaya, araştırmaya, eksiklerini gidermeye ve tüm olumsuzluklardan arınarak kendini yeni baştan yapılandırmaya adamıştı hayatını. Atacağı her adım emeğin kurtuluşu fikrine hizmet etmeliydi.”[18] “Devrim fikri ve onun gereklilikleri başat, gerisi teferruattı…”[19]

Evet, büyük dönüşümünü yaşandığı günlerde yerkürede yükselen sosyalist hareketlerin, ulusal mücadelelerinin etkisiyle Onun tavrı “Umut” (1970) filmiyle belirginleşir. Sınıf, yoksulluk ve kimlik gibi sorunlara odaklanmaya başlar.

“Umut”tan itibaren ideolojik duruşu ve Kürt kimliği, filmlerine iyice siner ve bu süreç, Fransa’da çektiği son filmi “Duvar”la (1983) doruk noktasına ulaşır. Ancak bu dönüşümün en belirgin hissedildiği filmin “Yol” olduğunu belirtmek gerek.

“Umut”la başlayan politik yapımlarına kıyasla “Yol” filminde; Kürtlerin tutkuları, çelişkileri ve kültürel kodları çok daha fazla vurgulanır. Örneğin, Ağıt (1971) ve “Sürü” (1978) gibi önceki filmlerinde yine Kürtler yer alsa da “Yol”da bu kimliğin varlığı pek çok sahneye incelikli bir şekilde işlenir.

VE…

“Bu yazıyı nasıl toparlanmalı?”

Gayet basit, bir yoldaşının, bir arkadaşının ifadeleri ve kendi sözleriyle!

Önce yoldaşı Oktay Etiman’dan: “Yılmaz Güney 12 Mart döneminde de THKP-C ile olan ilişkileri ve 1971 yılının Mayıs ayında İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan edilerek kentin ev ev arandığı gece örgütün 3 savaşçısını (Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman) evinin çatı aralığında sakladığı iddiasıyla 2 yıl kadar hapis yattıktan sonra Adana’ya bağlı Yumurtalık’ta yorucu bir film çekimi çalışması gününün akşamında arkadaşları ve eşi ile yemek yerken aynı mekânda bulunan bir faşist hâkimin sözlü tacizi karşısında sessiz kalamayıp silahını kullanmak zorunda kalmış ve yeniden uzun yıllar kalacağı hapishaneye konulmuştu. Ciğeri beş para etmez bir adamın siyasi karşıtlığı ve bireysel densizliği yüzünden tüm dünyanın yaratacağı başka eserlerinden mahrum kalmış olduğu ve bu topraklarda yetişmiş ender sanatçı ve devrimcilerden biri olan ve sürgünde, henüz 47 yaşında iken ölen, tanıdığım düşündüğü gibi konuşan ve konuştuğu gibi davranan ender insanlardan biri olan Yılmaz Güney şöyle demişti: ‘Ben bir kavga adamıyım. sinemam da halkımın kurtuluş kavgasının sinemasıdır’...”

Sonra arkadaşı Menderes Samancılar’dan: “Çocukken biz yürümeye başlayıp, koşmaya başladığımızda bir tane sinema oyuncusu vardı önce, Yılmaz Güney’di. Bugün baktığımızda dünya sinemasına veya dünya sanat bileşenlerinin bakış açısında bizim sinemamızda tek isim var, o da Yılmaz Güney. Bizim için de böyle. Baktığımızda en iyi mücadeleyi veren sinemacılarımız var ama Yılmaz Güney hep bayrağı taşımıştır. Yani hatta şey desem bile abartılı olmaz, Yılmaz Güney de bizim sinemamızın Deniz Gezmiş’idir yani baktığımızda. Başka bir benzetme ama bizim için öyleydi. Çünkü biz Yılmaz Güney’in yediği dayağa da tahammül edemezdik, onun uğradığı ihanete de. Çünkü öyle toplumsal hikâyeler anlatırdı ki biz içinde kendimizi görürdük. Bugün Deniz Gezmiş’in koştuğu, attığı adamlar da bizim için öyle. Niye öldüğünü, niye vurulduğunu, niye idam edildiğini biz hepimiz biliyoruz. Halk için mücadele etmiştir…”[20]

Ve Onun sözleri: “Asıl hapishane insanın kafasında yarattığı hapishanedir”...

“En zor hapishane, insanın kafasında yarattığı hapishanedir ve ilk fırsatta yıkılmalıdır, hayatı daha iyi kavrayabilmek için”...

“Sorunun esası şudur; Ya devrim yolunu seçeceğiz ya da bu düzenin baskılarına, haksızlıklarına boğun eğerek, şu ya da bu biçimde teslim olarak yaşamayı seçeceğiz. Bu çeşit bir seçiş, yok olmanın bir biçimidir”...

“Savaş henüz bitmiş değil, ben bitmiş değilim. Savaşı benim yoksul çocuklarım, onların yoksul ve onurlu ve yiğit babaları, yiğit anaları, yiğit bacıları kazanmalı. Savaşı yoksul serçeler, kırlangıç kuşları, mine çiçekleri kazanmalı: şebboylar ve hercai menekşeler kazanmalı”...

“Bir köle olarak yaşamaktansa, özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir”...

İnsan olmak ve kalmak faslında (Farah Zeynep Abdullah gibilerin anlayamadıkları!) mesele budur işte!

24 Şubat 2025 15:32:50, Muğla.

N O T L A R

[*] Güney Dergisi, No:112, Nisan Mayıs Haziran 2025…

[1] Yılmaz Güney.

[2] Temel Demirer, “Kötü Ettin, N’Oldu Sana Nihat Gardaş? (ya da Bizim Yılmaz İçin)”, www.mehmetozer.net

[3] Bkz: i) Temel Demirer, “Hayallerindeki Gibiydi; Yılmaz’dı!”, Özgür Düşün, Yıl:5, No:41, Eylül-Ekim 2007… ii) Temel Demirer, “Yılmaz Güney’e Dair”, Fırat’ta Yaşam Gazetesi, Yıl:3, No.104, 14 Mayıs 2001; Fırat’ta Yaşam Gazetesi, Yıl:3, No.105, 21 Mayıs 2001; Çınar Gazetesi (Mersin), Yıl:4, No:186, 23 Mayıs 2001; Çınar Gazetesi (Mersin), Yıl:4, No:187, 30 Mayıs 2001; Çınar Gazetesi (Mersin), Yıl:4, No:188, 6 Haziran 2001... iii) Temel Demirer, “Sokaklıların Kenti”, Güney Dergisi, No:44, Nisan-Mayıs-Haziran 2008… iv) Temel Demirer, “Bizim ‘Çirkin Kral’…”, Damar Dergisi, No:174, Eylül 2005… v) Temel Demirer, “Yüzyılları Dolanan Bir İsyan Şarkısı”, www.mehmetozer.net... vi) Temel Demirer, “Yılmaz Güney (ile Zulmün Yıldıramadıkları) Hakkında…”, Güney, No:61, Temmuz-Ağustos-Eylül 2012… vii) Temel Demirer, “Anısı Yaşayan, Anısı Savaşan Bir Halk Kahramanı: Yılmaz Güney”, Yeni Demokrasi, No:25, Eylül 1989 (Basında Yılmaz Güney, Birinci Kitap, Dönüşüm Yay., s.263-267… içinde) viii) Temel Demirer, “Derin Aşkların, Bağlılıkların, Hasretlerin, Şefkatin Şarkılarını Söyledi” Yılmaz Güney”, Rojnameya Newroz, Nisan 2018… https://temeldemirer.blogspot.com/2018/04/derin-asklarin-bagliliklarin.html… ix) Temel Demirer, “… ‘Duvar’(lar)ı Aşan O; Hâlâ ‘Umut’la ‘Yol’da, Bizimledir”, Güney Dergisi, No:92, Nisan-Mayıs-Haziran 2020... x) Temel Demirer, “… ‘Yol’daki ‘Mutlaka Kazanacağız,’ Diyen ‘Umut’tu O…”, Kaldıraç Dergisi, No: 257, Aralık 2022... xi) Temel Demirer, “Umudun Adı ve Devrime Çağırıydı Yılmaz Güney”, Güney Dergisi, No:104, Ocak-Şubat-Mart 2023...

[4] Johann Wolfgang von, Goethe, Faust, çev: İclal Cankorel, Doğu Batı Yay., 2019, s.553.

[5] Hicri İzgören, “Halkın Sanatçısı Olmak”, Yeni Yaşam, 14 Eylül 2023, s.11.

[6] Sungur Savran, “Çirkin Kralın Gizli Hayatı (2)”, 9 Eylül 2024, https://gercekgazetesi1.net/kultur-sanat/cirkin-kralin-gizli-hayati-2

[7] Sungur Savran, “Komünarların Yanı Başında Yatar Arabacı Cabbar!”, 10 Eylül 2014… https://gercekgazetesi1.net/politika/komunarlarin-yani-basinda-yatar-arabaci-cabbar

[8] Marie-France Hirigoyen, Manevi Taciz, çev: Hevval Bucak, İletişim Yay., 2018.

[9] Emil Michel Cioran, Çürümenin Kitabı, çev: Haldun Bayrı, Metis Yay., 2016.

[10] Yılmaz Güney için “Sinemamızın en iyi kadın döven ve şiddet türleri açısından zengin ve etkili silah kullanan erkeği” ifadesini kullanan oyuncu Farah Zeynep Abdullah’a, Güney’in ailesi adına yanıt veren avukat Bişar Alinak, “Sistematik saldırılara karşı ses çıkaramayan yeni dönem sanatçılarının hatırası milyonlara barış ve umudu çağrıştıran Yılmaz Güney’i hedef koymasını, manipülasyona maruz kalan milyonlara göz kırpan samimiyetsiz bir alkış alma hezeyanı olarak görmekteyiz,” dedi. (“Güney’in Ailesinden, Farah Zeynep Abdullah’a Yanıt”, Birgün, 14 Eylül 2023, s.13.)

[11] “Nur Sürer: Yılmaz Güney Sevgimi Kimse Alamaz Benden”, 19 Aralık… https://t24.com.tr/haber/nur-surer-yilmaz-guney-sevgimi-kimse-alamaz-benden,1204056

[12] “Nur Sürer’den Farah Zeynep Abdullah’a “Yılmaz Güney” Yanıtı: Bazı Densizler, Filmi Bile İzlememiş”, 18 Ekim 2024… https://t24.com.tr/haber/nur-surer-den-farah-zeynep-abdullah-a-yilmaz-guney-yaniti-bazi-densizler-filmi-bile-izlememis,1190721

[13] Ramis Sağlam, “Yılmaz Güney’in Yaşamı Sahnede”, Evrensel, 27 Ekim 2024… https://www.evrensel.net/haber/532190/yilmaz-guneyin-yasami-sahnede-topluma-dokunan-birini-anlatmaya-calistik

[14] Mehmet Ali Güller, “Yılmaz Güney Tartışmasının Asıl Hedefi”, Cumhuriyet, 18 Eylül 2023, s.7.

[15] Samantha Rose Hill, Hannah Arendt, çev: Erman Çete, Runik Kitap, 2022.

[16] Yılmaz Güney, Selimiye Mektupları, Güney Filmcilik, 1976, s.39.

[17] Yılmaz Güney, yage, s.41.

[18] Fatoş Güney, Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun, İthaki Yay., 2020, s.193.

[19] Fatoş Güney, yage, s.205.

[20] Emrah Kolukısa, “Yılmaz Güney’ler Hep Var Olacak”, Birgün, 14 Eylül 2023, s.13.

Editör: Haber Merkezi