İnsanlık olarak zor günlerden geçiyoruz. Beşinci ayına giren koranavirüs salgını tüm dünyayı etkisi...
İnsanlık olarak zor günlerden geçiyoruz. Beşinci ayına giren koranavirüs salgını tüm dünyayı etkisi altına aldı. Olgu sayısındaki artışlar ve iki yüz altmış bini geçen ölüm sayısı, tehlikenin boyutlarını ortaya koymakta.
Ülkemizde ve çeşitli ülkelerde yaşam hakkının devamı, virüsten korunma, ekonomik ve sosyal yardımları içine alan tedbirler uygulanırken, modern tıpta ilerlemiş ülkelerde aşı çalışmaları devam etmektedir.
Türkiye; kırılgan, güven vermeyen, borç ve faiz sarmalına düşmüş, güçlü bankacılık ve bağımsız Merkez Bankası sistemini oluşturamamış, yeterli döviz rezervinden yoksun bir ekonomik tablonun içinde koranavirüs salgınıyla karşılaşmıştır.
Üretmeyen, istihdam yaratmayan politikalar ile insanların sağlık, barınma, beslenme, varlığını devam ettirmesine katkı sunacak tedbirler paketini, siyasi iktidar açıklayamamış, emekçi, yoksul, çiftçi, emekli, öğrenci gibi kesimlerini yok sayan, sermayeye hizmet eden bir paket açıklamıştır.
Ülkemiz ve dünya bu sorunu, birlik ve dayanışma içerisinde aşabilecektir. Siyasi iktidarın açıkladığı paketin yoksul ve emekçi kesimleri yok sayması nedeniyle, muhalefet partileri ( ülkemizde yıllardır unutulmuş olan sosyal devlet gereği ) yardım çalışmalarını başlatmışlar, bu kesimlere ulaşmaya çalışmışlar ve bu kesimlere kendilerini hissettirmişlerdir. Partili olan, olmayan ayrımı yapılmaksızın gereksinim sahibi olanlara nasıl ve ne şekillerde bu yardımların devam edebileceğine dair kapsamlı çalışmalar içinde olduğu net şekilde görülmektedir. Siyasi iktidar ise yerel yönetimlerin de katkısıyla bu önemli sorunu aşmak yerine, yerel yönetimlerin bağış kampanyalarındaki hesaplara el koyan, yerel yönetimleri “devlet içinde devlet olmakla“, “terör örgütü” olmakla suçlayan anlayışı esas almış, birleştirmek yerine ayrıştıran, bölen, kamplaştıran söylem ve uygulamaları benimsemiştir.
İşte böylesi zorlu bir dönemden geçilirken, kuruluş amacını ve varlık nedenini yitiren Diyanet İşleri Başkanlığının yersiz, ayrıştırıcı ve aşağılayıcı açıklamasına karşı baroların sesinin yükselmesi, Ankara ve Diyarbakır Barolarımızın yaptığı açıklamaların ardından haklarında ilgili savcılıklarca soruşturma açılmasının ardından AKP Genel Başkanı Erdoğan Diyanet İşleri Başkanlığını sahiplenirken, barolara ise had bildirilmesi yönünde açıklamasını yapmış, sonrasında meslek kuruluşlarının seçim sistemlerinin değiştirilmesine dair açıklamaları ülke gündemine oturmuştur.
Ülkenin işsizlik, yoksulluk, borçlanma gibi sorunları ağırlaşarak devam ederken bunlara çözüm üretemeyen, ülkeyi özgür olmayan ve rejimi otokrasi olarak adlandırılan bir duruma getirmeyi başaran (!) siyasi iktidar, böylesine ağırlaşmış sorunlar yumağı içinde önceliğini Anayasa’nın 135. maddesinde düzenlenen ve güvence altına alınan kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının seçimlerine yönelik yasa değişikliğine gidilmesine vermiştir.
Siyasi iktidar, ülkeyi yönetemez, sorunlara çözüm üretemez hale gelmiştir. Kurumlar arasında işbirliği ve eşgüdümün kalmadığı gün gibi ortadadır. Siyasi iktidar, tabanındaki erimeyi durdurmak, gerçek gündem üzerine yurttaşın yoğunlaşmasına engel olmak için çok sevdiği gerilimden beslenme, yapay gündem yaratma, ayrıştırma ve kamplaştırma uygulamalarına devam etmektedir. Öncelikle ülkemizi meşruluğunu yitirmiş, baskı ve zulmünü arttıran bir siyasi iktidar yönetmeye çalışmaktadır. Yurttaş nezdindeki genel kabul görmesini yitirdiği gibi, iktidarının sınırlarını da kendisi belirlemeye çalışmakta, hukuk devletinin sağladığı hukuk güvenliği ortadan kalkmış, hukuk güvenliğini sağlamakla yükümlü olan bağımsız (!) ve tarafsız (!) yargının bağımlı ve taraflı hale gelmesiyle mağduriyeti, baskıyı yaşayan birey ve toplulukların kendilerini ifade etme yolları ellerinden alınmış, temel hak ve özgürlüklerin kullanım alanı daraltılırken, siyasi iktidarı denetleme, dengeleme mekanizmaları ortadan kalkmıştır. Bunların temelinde, olağanüstü halin devam ettiği bir dönemde yapılan 16 Nisan 2017 anayasa değişikliğine yönelik plebisit yatmaktadır. Ülkemizin yüz elli yıllık parlamenter demokratik rejim kazanımlarını ortadan kaldıran, kuvvetler ayrılığını tamamen sona erdiren, denge, denetleme ve fren mekanizmalarını ortadan kaldıran, tüm erklerin tek kişide toplandığı, dünyada ülkemizden başka bir örneğinin olmadığı bu yönetim (!) uygulamalarıyla çıkmaza düşmüştür.
Böylesi bir dönem ve koşullar içerisinde öncelik siyasal, ekonomik, sosyal sorunların çözümüne mi ayrılmalıdır? Yoksa yapay gündemlerle mi uğraşılmalıdır? Siyasi iktidar ikincisini tercih etmiş, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının seçim sisteminin değiştirilmesini gündeme oturtmuştur. Bu gündem üzerinden tartışmalar başlamış, Adalet Bakanlığı ve Türkiye Barolar Birliği böyle bir çalışmanın olmadığı yönünde açıklamalarda bulunmuşlarsa da unuttukları bir şey vardı . O da rejimin artık otokrasi olduğuydu.
Adalet Bakanlığı gündemlerinde böyle bir çalışma olmadığını beyan ederken, bugünlerde kapalı olan TBMM’de meslek kuruluşlarını esas alan çalışma Adalet Bakanı tarafından yönetilecekti. Demokratik kitle örgütleri, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları demokrasinin olmazsa olmazlarından olan örgütlenme özgürlüğü içinde ele alınan ve siyasi iktidar üzerinde baskı aracı olarak rolü bulunan yapılardır.
Hukuk devletini ve demokrasiyi içselleştirmeyi başaran siyasi iktidarlar için bu yapılanmaların anlamı olur. Gelinen noktada eleştirilmek istemeyen, kendisine muhalif olunmasını istemeyen siyasi iktidarın farklılıklara tahammül, hoşgörüsünün olmadığı, muhalif olanların siyasi iktidar elindeki yargı aracılığıyla susturulduğu, yargının rejimi dönüştürme, iktidar mücadelesinin aracı olduğu ve muhalif olanları susturmada bir sopa olarak kullanıldığı, topluma baskının devam ettiği, korku ve gözdağının verildiği, muhalif olanların, farklı düşünenlerin terörist, vatan haini ilan edildikleri bir dönemdeyiz.
Siyasi iktidar, özgür, özerk üniversite, bağımsız basın, bağımsız demokratik kitle örgütleri ve meslek kuruluşları istemediğini tüm uygulamalarıyla ortaya koymaktadır. 2010 Anayasa değişikliğine kadar gerek seçim bildirge ve programlarında gerekse de hazırlattığı anayasa taslaklarında güçlendirilmiş parlamenter demokratik rejimi ve Kopenhag Kriterlerini ( demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını saygılı, azınlık haklarını koruyan ve güvence altına alan rejim) savunan, dile getiren siyasi iktidar, seçimleri alınan oy oranına ve parmak üstünlüğüne indirgemiş, sandıktaki çoğunluğu milli irade olarak kabul etmiş ancak sandıkta azınlıkta kalanların da örgütlenebileceği, kendini ifade edebileceği, eleştiri ve protesto hakkını kullanabileceğini görmezden gelmiş, çoğulcu değil, çoğunlukçu anlayışı esas almıştır. Sonrasında ise kurumların içini boşaltmış, yapılan yasal değişikliklerle kendisine bağımlı, görevini yapamaz hale getirilen ve içi boşaltılan kurumlarda, liyakat, yetkinlik, ehliyet niteliklerini aramaksızın bizden olsun da ne olursa olsun anlayışını hakim kılmıştır.
Siyasi iktidar, uygulamalarını eleştiren, hak ihlallerini dile getiren, demokrasi standartlarının yükselmesini talep eden birey yurttaş, siyasi parti, demokratik kitle örgütü, meslek kuruluşu istemediğini beyanları ve uygulamalarıyla net bir şekilde ortaya koymaktadır. Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının ( hukuk, adalet, insan hakları ihlalleri, halk sağlığı, ulaşılabilen, nitelikli, ücretsiz sağlık hakkı, ücretsiz, nitelikli, bilimsel, laik eğitim vb.) seçim yönteminde değişikliğe gidilmesindeki en önemli nedenlerden birisi de siyasi iktidarın yandaşlarının bu kurumların yönetiminde söz sahibi olamamalarıdır.
Kendi yandaşlarının seçimle başaramadıklarını, siyasi iktidar yasa değişikliğiyle yandaşlarına sağlamayı düşünmektedir. Bunda da amaç; kendi emrinde, kontrolünde, yandaş, uygulamalarında kendisine destek verecek, içi boşaltılmış meslek örgütlenmeleridir. Türkiye toplumsal hareketinde önemli rol oynayan, farklılıkların birlikte barışçıl bir şekilde kendilerini ifade ettikleri Gezi Olaylarında siyasi iktidar yine çeşitli kuruluşların görev ve yetkilerinde değişikliğe giderek, intikamını almıştır. Bunun en güzel örneği, “Gezi“ devam ederken, Temmuz 2013’de TMMOB’a bağlı meslek odalarının, mesleki denetim ve yetkilerinin kaldırılarak( vize/ onay ) ,yetki ve gelirlerinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığına verildiği unutulmamalıdır.
Yazımızın son bölümünü avukatlık mesleğine, barolarımıza ve Türkiye Barolar Birliğine ayırarak bitirelim. İnsanların sorunlarını yumrukla çözemeyeceklerini anladıkları günden bu yana var olan, üç bin yıllık geçmişe sahip ve her aşamasındaki kazanımları ciddi bedeller ödenerek kazanılan, yurttaşın hak arayışının ve adalete erişiminin temsilcisi olan avukatlar, savunma yargılamanın olmazsa olmazıdır.
Avukatlık Yasamıza göre de avukatlık; kamu hizmeti niteliğinde, serbest meslektir. Avukat, yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil etmektedir. Bağımsızlık, gerek müvekkillerine karşı gerekse de siyasi iktidar ve yargının diğer unsurlarına karşı avukatlık mesleğinin özünde bulunan en önemli niteliklerinden birisidir. Tarih boyunca diktatörler, totaliter yöneticiler avukatlık mesleğini kendilerine engel olarak görmüşlerdir.
Avukatlık mesleği yapısı gereği sorgulayan, muhalif yönü olan bir meslektir. Bundan dolayı da Mussolini “ Avukatlar olmasa, İtalya’yı daha rahat idare ederdim “ ya da Napolyon Bonapart “ Avukatların dilini kesmek gerekir “ demişlerdir. Ancak aynı Napolyon, Elbe Adasında tutuklandığında “ Avukatım nerede? “ diyecektir.
Siyasi iktidar her alanda olduğu gibi, hukuk fakültesi eğitiminin de içeriğini boşaltmış, her geçen gün sayısı daha da artan hukuk fakültelerinin eğitim, eğitimin içeriği, uygulamada birlikteliğin sağlanamamış olması, stajda ve avukatlık mesleğine kabulde düzenlemelerin yapılmaması sonucunda avukat sayısı alıp başını gitmiştir. Avukatlık mesleğinin, alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemleri adı altında yapılan değişikliklerle alanı daraltılmış, avukatın mesleki bilgi ve deneyiminden yaşamın her alanında yararlanılması ve yurttaşın hakkının korunması yerine avukatı dışlayan düzenlemeler yapılmıştır. Yüz otuz bini aşan avukat sayısı ve seksen baro ile avukatlık mesleği büyük bir güçtür. Ancak bu gücünü yeterince kullanamamaktadır.
Avukatlık mesleğinin saygınlık, ekonomik ve sosyal güvenlik sorunları her geçen gün çığ gibi büyümektedir. Öncelikle bugünün ihtiyaçlarına yanıt veren, geleceğin beklentilerini karşılayan, yargı erki içinde savunmayı güçlendiren, avukatların sosyal ve ekonomik sorunlarına çözüm getiren, maalesef ucuz iş gücü ya da ara eleman olarak görülen stajyer avukatından, ciddi emek sömürüsüne uğrayan işçi-bağlı avukatları da tanımlayan ve güvence altına alan, savunmayı olsa da olur olmasa da olur, şekli unsur olarak görmeyen yeni bir avukatlık yasasına gereksinim duyulduğu bir dönemden geçilmektedir.
Ancak siyasi iktidar yazdığımız sorunları çözmek , Avukatlık Yasasında sınavı kaldıran yasayı Anayasa Mahkemesinin iptal etmesinin üzerinden on yıl geçmesine karşın yeni bir düzenleme yapmayarak ya da baroların ve TBB’nin görüşlerini ve önceliklerini alarak, geniş katılımcı ve müzakereye dayanan bir Avukatlık Yasası hazırlamak yerine , baro ve TBB seçimlerinin değiştirilmesini ön plana çıkarmakta, gündemi seçim sistemi değişikliğine indirgemektedir.
2013 yılında hazırlanan ve daha sonra gerek siyasi iktidar gerekse barolar ve TBB tarafından Fetö projesi olduğu kabul edilen Avukatlık Yasası taslağı, siyasi iktidar tarafından yeniden gündeme getirilmek istenmektedir. Yaşanan gelişmeler ve konjönktüre göre siyasi iktidar, bu taslağı ısıtıp ısıtıp önümüze koymaktadır. Yasa taslağına diğer eleştirilerimi başka bir yazıda ele alacağım. Siyasi iktidar için önem taşıyan değişiklik, Avukatlık Yasasının 114.maddesindeki TBB Genel Kurulunun oluşumuna dair düzenlemede yapılmak istenmektedir. Yasa gereği görevdeki baro başkanları, genel kurulun doğal üyesidirler. Önce her baroya iki delege verilmektedir. Avukat sayısı yüzden fazla olan barolar, yüzden sonraki her üç yüz üye için ayrıca birer delege seçeceklerdir. Bünyesinde kayıtlı avukat sayısı çok olan baroların, TBB delegesi sayısının fazla olması gayet normaldir.
Nasıl milletvekilli seçimlerinde, ilin nüfusu arttıkça TBMM’de milletvekili temsil sayısı artıyorsa, kayıtlı avukat sayısı artan baronun TBB delegesi sayısı artacaktır. Bu durum; neden İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana gibi illerin TBMM’de daha fazla milletvekili ile temsil edildiğini sorgulamakla eş anlamlıdır. Siyasi iktidar, Avukatlık Yasası 76.ve 95.maddelerinin barolara verdiği yetki ve görevden rahatsızdır.
Ülkedeki hak ihlallerini, demokrasiden otokrasiye gidişin eleştirilerini, üstünlerin hukukunun egemen olduğunu, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının kalmadığını dile getiren, bu konularda basın açıklaması ve eylem yapan baroları kesinlikle istememektedir.
Anayasa değişikliklerinden, yayın yasaklarına, haksız ve hukuka aykırı tutuklamalardan, yaşam hakkı ihlallerine, iş cinayetlerinden, kadına yönelik şiddete, çocuk istismarlarına kadar ülkede herkes konuşabilir, görüş açıklayabilir ancak görevi hukukun üstünlüğünü, insan haklarını korumak, geliştirmek, savunmak ve işlevsellik kazandırmak olan baro başkanları bu hususlarda konuşmayacak, basın açıklaması ya da eylem yapmayacaksa kim konuşacak? Kim yapacaktır?
Barolarımızda seçim dönemlerinde tartışılan ve başlı başına da tartışılmaya devam eden konu; baroların siyaset yapıp yapmadıkları, neyin siyasetini nereye kadar yapabilecekleri, baroların siyasi konulara karışması ya da karışmaması, mesleğin siyasetini yapmaları ya da hukukun siyasetini yapmaları gerektiğidir. Barolarımızın bir bölümü Avukatlık Yasasının 76. ve 95. maddelerinin barolara verdiği yetki ve görev doğrultusunda, ayrıca hukuk ve siyasetin birbirlerinden ayrı düşünülemeyeceği, siyasi parti gündemiyle olmayan, sadece kendi üyelerinin çıkarları doğrultusunda hareket edemeyeceklerinden bahisle demokratik baroculuk yapmaya çalışmaktadırlar.
Bazı barolarımız ise siyasi konularla ilgilenmeme, avukatlığın sorunlarını mesleki sorunlara indirgeyerek, avukatlık mesleğinin sorunlarının siyasi iktidar ve TBMM nezdinde yürütülecek kulis -lobi çalışmalarıyla çözümlenebileceğini, siyasi konulardan uzak durulmasını uygulayan, mesleki sorunlara çözüm, meslek içi eğitim ve idari işlemlerin yürütümü olan bürokratik baroculuk ( bana göre adlandırma ) yapmaktadırlar.
Gelinen noktada avukatlık mesleği ve örgütlü sesi olan barolar doğrudan hedefte olduklarına göre, seksen baronun fikri çalışmaları birlikte yürütmeleri ve gelişmeler karşısında örgütlü seslerini yükseltmeleri gerekmektedir. Barolar, dernek ya da odalara dönüştürülmez. Aynı şehirde birden fazla baronun kurulması, avukatların kendi düşüncelerine uygun baroya kayıt olabilmeleri, adliyelerde adli yargı komisyonu ve savcılığın kimi muhatap alacağı, yine mahkemelerin ya da diğer kurum ve kuruluşların hangi baroyu muhatap olarak kabul edecekleri, meslek kurallarının kim tarafından belirlemesi ve daha birçok konu içinden çıkılmaz bir hal alacaktır.
Barolarımıza düşen; avukatlık mesleğinin saygınlığını arttıran, ekonomik, sosyal sorunlarını çözen, yargı erki içindeki yerini sağlamlaştıran, güçlendiren, günün koşullarına ve teknolojik gelişime de uyum sağlayabilen bir Avukatlık Yasası’nın yasalaşması mücadelesinin verilmesi, mesleğimizi ve barolarımızı geriye götürecek, hak kayıplarına neden olacak düzenlemelere karşı mesleki aidiyet ve dayanışmanın sergilenmesi gerekmektedir. Barolarımız kendi açıklamalarının yanı sıra, diğer barolarla fikri ve eylemsel işbirliği arttırmalı, savunmanın örgütlü gücü kullanılmalı, siyasi iktidarın dayatmasına karşı nasıl bir Avukatlık Yasası istediğimiz Adalet Bakanlığı, siyasi partiler ve hukuk fakülteleriyle paylaşılmalı, kamuoyu bu konuda bilgilendirilmeli, avukatın ve baroların sesinin kesişmesinin yurttaşın kendi sesinin kısıldığının hatırlatılması gerekir.