Son birkaç haftadır kafamda dönüp dolaşan sorulardan sadece biri bu:
Gençler nereye kadar dayanacak?
Dünya hızla değişiyor, kabul.
Teknoloji ilerliyor, tamam.
Ama hayat, gençlerin değişime ayak uydurmasını beklemiyor; kendi bildiği gibi akmaya devam ediyor.
Savaşlar, politik krizler, ekonomik çöküşler, doğal afetler...
Devletlerin, çıkar uğruna insan hayatını hiçe sayması, krizi fırsata çevirmesi...
Eğitim sistemlerindeki erozyon, sağlık sistemlerindeki eşitsizlikler, kırılgan gruplara ulaştırılamayan destekler...
Artık bizden en uzak ülkede bile olan biteni dakikalar içinde öğreniyoruz.
Vicdan, toplumsal baskı, ya da sırf insanlık duygusuyla tepki gösteriyoruz.
Bu kadar bilgiye, insana açık olmak; bu kadar erişilebilir olmak, içhuzurun yerini tetikte bir yaşam haline bırakıyor.
Sakin bir sinir sistemiyle yaşamak neredeyse bir lüks artık.
İşsizlik oranı her geçen gün artıyor.
Gençler, yıllarca emek verdikleri alanlarda iş bulamıyor.
Sosyal hayat için gerekli olan bütçe yükseliyor; gençlerin birçoğu sosyal hayatı bir kahveyle sınırlamak zorunda kalıyor.
Gençleri hangi noktada tamamen tüketeceksiniz?
Madalyonun diğer yüzünde ise direnen gençler var.
Türkiye, Sırbistan, Kuzey Kıbrıs, Kenya, Yunanistan, Endonezya ve daha nicesinde...
Gençler, yıkık ve bozuk düzenleri onarmak, seslerini duyurmak için kolları sıvamış durumda.
Kalabalıklar, öfkeyle doğru orantılı büyüyor.
Küçük nesillere bir gelecek bırakabilmek için, tek yumruk halinde hareket etmeye çalışıyorlar.
Peki, bu düzenin asıl sorumluları kim?
Hangi birini sorumlu tutacağız?
Bizden önceki nesillerin doğayı, insanı, hayvanı hiçe sayarak benmerkezci yaşamalarını nasıl yorumlayacağız?
Bu direnişler;
Bir tükenişin başlangıcı mı,
Bir distopyanın habercisi mi,
Yoksa değişimin, umudun, yeni günlerin tohumları mı?
Gençleri bu kadar tembel, tahammülsüz atfetmeden önce, yaşadığımız zamanı bir kez daha sorgulamalıyız.
Kitap önerisi: Sisifos Söyleni, Albert Camus