İngiliz dilinin kendisine karşı değilim. Fakat sorgulamamız gereken köklü bir tarihsel sorun önümüzde apaçık durmaktadır.
İngiliz Heyeti, kolonyalizm sonrası (1934 sonrası) kültürel propagandalar ile Türkiye’yi 1940’dan itibaren etkisi altına almış ve birçok halkevinde ve köy enstitülerinde bu propagandaları devam ettirmiştir. Benzer şekilde Fulbright programı da 1946 sonrasında benzer kültürel propagandaları Türkiye’de devam ettirmiştir ve 155 ülkede bu kültürel propagandaları sürdürmektedir (Yeni adı sözde Kültürel Diplomasi). Bu propagandaları nasıl yapacaktılar? Asıl öncelik verdikleri şey İngiliz dilini ve Anglo-Amerikan idealini Batılılaşma söylemi ve üst anlatısı ile yaymak idi. 2015’ten itibaren İngiliz Heyeti’nin bu propagandaları doruğa ulaştı ve İngiliz Heyeti Türkiye’de YÖK ve MEB’de İngilizce bölümleri (hazırlık bölümleri dahil) ile ilgili raporlar oluşturmaya ve denetimler yapmaya başladı. Türkiye üzerine hazırladıkları raporda İngilizce Türkiye’de gelişmez ise ekonomik olarak güçsüz kalacağı vurgulandı. İngilizce ile ilgili tüm bölümler sayısal olarak Türkçe bölümlerinin önüne geçti. Neoliberalizmin görünmez unsuru olarak 85 yılda İngiliz dili konusunda kültürel propagandaları İngiliz dil bölümlerini istenilen seviyenin üstüne çıkarmakla kalmadı aynı zamanda denetimi de ele geçirdi. Birçok rektör farklı üniversitelerde toplanarak bu denetim mekanizmasını alkışladı ve kültürel propagandalara bir anlamda destek verdi. İngiliz Heyeti 110 ülkeden fazla yerde bu kültürel propagandaları devam ettirmektedir. Hindistan ve Mısır’da yazdıkları raporlar ile Türkiye’deki hazırladıkları raporlar birbirine çok benzemektedir. Asıl amaç nedir? Neoliberalizmi ve kültürel propagandalarını Doğu (!) olarak gördüğü ülkelerde yaymaktır. Yerel dillere yabancılaştırma ve yabancılaşma etkisi bu kültürel propagandaların sonucudur. Okulöncesinden profesörlük aşamasına kadar İngilizcenin zorunlu tutulması bu kültürel propagandaların sonucudur. 1980 yılında Margaret Thatcher (İngiliz Heyeti) ve Ronald Reagan’ın (Fulbright) Neoliberalizmi resmi olarak açıklamalarıyla dünyaya duyurma programının içinde İngilizcenin yayılması da bulunmaktadır. Anglo-Amerika’nın bu kültürel propaganda ve neoliberalizmin amacı dil aracılığı ile bir emek sömürüsü endüstrisi yaratmaktır. Bir görünmez mal olarak İngiliz dili, kültürel propagandalar ile serbest ticaret bölgelerinde olduğu gibi dolaşıma sokulmaktadır. İngiliz dilinin Türkiye’de zorunlu olarak yayılması Anglo-Amerikan neokolonyalizminin uzantısı konumundadır. Bu ülkelere göç edemeyenlerin zihinsel göçebeliğidir ve ütopik bir Batı’nın zihinlerde kuruluşudur. Bedensel olarak bu kültürlere gidemeyenlerin metin üzerinden Anglo-amerika ve Dominyon ülkeleri (Yeni Zelanda- Kanada ve Avustralya) tıpkı Oryantalistlerin yaptığı gibi anlamaya çalışmaktadır. Kültür Endüstrisi ( Hollywood, Netflix…) ve metinler üzerinden bedenlerin yaşayamayarak hayali bir Anglo-Amerika-Dominyonun zihinlerde temsilidir. Batı-dışı modernlik arayışı sizce bu şekilde olabilir mi? Türkiye’nin daha dinamik politikalar geliştirme imkânları yok mudur? Bihruz Bey sendromu ile Batı (!) dediğimiz bu Anglo-Amerika-Dominyon anlaşılabilir mi? Türkiye’de yıllardır yapılan YKS- YDS- YÖKDİL sınavlarında üretim becerilerinin (konuşma-yazma becerileri) sorulmaması bilinçdışında aslında Batı ile diyalog kurulmak istenmemesinin bir yansıması değil midir? Bu yüzden hala Bihruz Bey sendromu yaşamıyor muyuz? B1 ya da B1 plus bitirilen hazırlık birimlerinde sizce İngilizce eğitim veren bölümlerde okunabilir mi? Neden anadilde eğitim bilinçli bir şekilde engellenmektedir? Konuşulamayan bir dilde neden eğitim verilmektedir?
Neoliberalizm, İngiliz Dili Endüstrisi ile nerdeyse tüm hazırlık birimlerine sirayet etmiştir. Bu emek sömürüsüne sessiz mi kalalım? Bu neoliberal anlayışa ve kültürel propagandalara sessiz mi kalalım? Anglo-Amerikan kültürel propagandaları aracılığı ile İngilizce bölümlerin kuruluşuna ve bu tarihe sessiz mi kalalım? Bugünkü İngilizce bölümleri bu kültürel propagandalar tarihinden kopmuştur. Aslında bir anlamda unutmanın tarihidir. Modernite sadece İngilizce ile mi anlaşılacaktır? Sadece Batı modernitesi mi vardır? Bu modernite yapay bir üst anlatıdır ve dışarıda bırakılanı unutturmaktadır. Gidilemeyen Anglo-Amerika-Dominyon ülkelerini metinler üzerinden anlama ile mi modernite kuracağız? MEB ve YÖK, makro düzeyde ekonomi-politik neoliberal yaklaşımların devamı niteliğinde İngiliz Heyeti’ni ve Fulbright programını bünyesinde kabul etmiştir. İngiliz Heyeti ve Fulbright programı radikal neoliberal ve neokolonyal kurumlardır. Türkiye kendi modernite anlayışını ve paradigmasını başka dillere de nefes aldırarak, yer vererek ve yaşatarak geliştirebilir.
Radikal Demokrasi ve Çözümler
(Neo)liberal ve kapitalist demokrasi (ve hatta sosyal demokrasi) neokolonyal ve emperyalizmin diğer adıdır. Çoğulcu, farklılıkları önemseyen, yapıcı çatışmalar içeren, heteroglossia (çokseslilik) barındıran ve sürekli dinamik olan bir radikal demokrasi anlayışı ile Anglo-Amerikan kültürel propagandaları yapıbozuma uğratılabilir. Bu yüzden radikal demokrasiye ihtiyaç vardır. Yapılması gereken anti-neokolonyalist anlayışa direniş göstermektir. Öznel deneyimlerin İngilizce ve Anglo-Amerikan olarak kurulması başka anlayışların dışta bırakılması anlamına gelmektedir. Alternatif dil politikalarının geliştirilmesi gerekmektedir. Fakat rahat ve güvende hissedilen ve aynı zamanda emek sömürüsünün olduğu bu alandan çıkmak gerekmiyor mu? İngilizce bölümlerinde nerdeyse her hafta üretilen İngilizce tezler dışında başka dilleri görmezden gelmek bir neokolonyalist düşüncenin kabulü değil midir? Bu devlet politikasının eleştirilmesi anlamına gelmektedir ve bunu yapacak olanlar İngilizceyi öznel deneyim olarak kabul etmiş bireyler ya da gruplar değil mi? Biz İngilizce bölümleri olarak empoze edilen müfredata uygun olarak sadece İngilizce ile ilgileniriz deyip diğer dillere yaşama hakkı vermemek nasıl açıklanacaktır? Devlet politikasının, YÖK ve MEB’in politikalarının dışına çıkamayız diyerek salon entelektüeli olarak mı yaşamımıza devam edeceğiz? İngiliz dilinin kültürel propagandaları tıpkı bir cinsiyet gibi öznel deneyim olarak benimsenip sonra da başka diller beni ilgilendirmiyor söylemi duyarsız ve kayıtsız bir anlayış değil midir? Bu kültürel propaganda söylemleri tarihsel olarak bizlerde nasıl öznel deneyim haline geldi? Bunları sorgulamayacak mıyız? Bu tarihsel söylemleri unutalım mı? Tarihsel bir amnezi mi yaşayalım? Bir tür nöropati mi yaşayalım? Kültürel propagandaların tarihini unutalım mı? Başka zorunsuz ilişkilere yer vermeyelim mi? Dilbilimsel insan haklarını gündeme getirmeyelim mi? Müfredatı belirleyenlere sessiz mi kalalım? Çizgisel bir tarih anlayışı ile sayısı artan ve her yeri kuşatan İngilizce bölümlerini rahat ve güvende hissedilen bu joussiance alanı (haz alanının ötesi) terk etme zamanı gelmedi mi? İlk direnişin İngilizce bölümlerinden başlaması gerekmiyor mu? Homo Habilisler gibi Devlet politikasının (MEB ve YÖK başta olmak üzere) ve müfredatın oluşturduğu rahat alanlarda mı yaşayalım? Kültürel propagandalar ile kurulurken sessiz kalınan/benimsenen İngiliz dili alanını ve İngiliz Dili Endüstrisi fabrikasını yıkmayalım mı? Yeni öznel deneyimleri deneyebiliriz ve sosyal diyalog ile yeni dönüşümler düşünemez miyiz? Çok mu çaresiziz? Tamamen nöropatik durumda mıyız? Bence direniş ve dönüşüm, tıpkı İngiliz Heyeti’nin Çanakkale’deki Halk Evi’nde düzenlediği ve ilk kültürel propagandayı başlattığı sergide olduğu gibi, sanatla başlamalı.