AK Parti’nin, Türk Ceza Kanunu'na “etki ajanlığı” kavramını eklemeyi hedefleyen yeni yasa teklifi, TBMM Adalet Komisyonu’ndan geçerek TBMM Genel Kurulu'nda görüşülmeyi bekliyor. Torba yasa kapsamında sunulan bu teklif, “devletin güvenliği veya iç ya da dış siyasal yararları aleyhine, yabancı bir devlet ya da organizasyonun stratejik çıkarları doğrultusunda suç işleyenlerin” hapisle cezalandırılmasını öngörüyor. Buna göre, bu tür suçları işleyen kişiler için 3 ila 7 yıl arasında hapis cezası verilmesi planlanıyor. Söz konusu fiilin savaş durumunda ya da askeri operasyonları riske atabilecek bir süreçte işlenmesi halinde ise, cezalar 8 yıldan 12 yıla kadar çıkabilecek. Türkiye’de bu düzenleme kamuoyunda yeterince gündeme gelmemiş olsa da, ifade ve örgütlenme özgürlükleri açısından önemli tartışmalara yol açması bekleniyor.

Bu yasa teklifinin insan hakları ve özgürlükler açısından yarattığı riskleri tartışmadan önce, AK Parti’nin bu teklifi meşrulaştırmak için kullandığı iletişim stratejisine değinmek gerekiyor. İktidar, iktidara yakın medya kuruluşları aracılığıyla Batı'da benzer uygulamaların bulunduğunu öne sürerek bu düzenlemeyi halka kabul ettirmeye çalışıyor. Esasında, AK Parti'nin uzun yıllardır kullandığı “Batı’ya referansla meşrulaştırma” yöntemi burada da devrede. Daha önce hayvan hakları yasası, alkol satış yasakları ve benzeri düzenlemelerde de bu strateji benimsenmişti. Ancak burada önemli bir sorun göze çarpıyor: Batı’daki benzer düzenlemelerle Türkiye’deki bu düzenlemenin arasında önemli farklar var ve bu farklar iktidarın halkı manipülatif bir şekilde yönlendirme çabası olarak yorumlanabilir.

Batı ülkelerinde çıkarılan bu tür yasalar genellikle şeffaflık ve demokratik hesap verebilirlik ilkelerine dayanmakta. Örneğin, ABD’deki Yabancı Temsilci Kayıt Yasası (FARA), yabancı bir kaynaktan fon alan kişilerin ve kuruluşların, yabancı çıkarları için yaptıkları faaliyetleri kamuoyuna bildirmesini zorunlu kılmaktadır. Böylelikle toplum, belirli kişi ve kuruluşların hangi yabancı ülkelerin çıkarlarına hizmet ettiğini öğrenebilir. Ancak, FARA kapsamında bir kişinin yalnızca yabancı bir kaynaktan fon almış olması yetmez; bu kişinin yabancı bir ana unsurun doğrudan yönlendirmesi ve talimatları doğrultusunda hareket ediyor olması gerekmektedir. Dolayısıyla, FARA yalnızca belirli bir kontrol seviyesini sağlayan durumlarda devreye girmektedir ve toplumsal şeffaflığı amaçlamaktadır.

Türkiye'deki teklif ise ABD’deki bu düzenlemenin çok dışında, farklı bir amaçla şekillenmiş görünüyor. Türkiye’de etki ajanlığı yasası kapsamında önerilen düzenleme herhangi bir kayıt sistemi getirmemekte ve STK’ların aldığı yabancı fonları düzenlemektense doğrudan cezai yaptırım uygulama amacını taşımaktadır. Bu noktada, Türkiye’de STK’ların zaten mevcut yasal sistemde mali kaynaklarını beyan ettiklerini ve bu fonların yasal kayıtlara işlendiğini belirtmekte fayda var. Türkiye’deki düzenleme, Batı'daki örneklerden farklı olarak, yeni bir suç tanımı oluşturarak eleştirel sesleri susturmayı hedefliyor. Bu durumda, Türkiye’deki yasa teklifi, Batı’daki demokratik ülkelerdeki uygulamalardan ziyade Rusya’da uygulanan “yabancı ajan yasası” ile benzer özellikler taşıyor. Rusya’nın bu yasası, hükümet karşıtı kişi ve kuruluşları “yabancı etki ajanı” olarak tanımlayıp baskı altına almak için kullanılıyor. Bu bakımdan, Türkiye’deki yasa teklifini, eleştirel gazetecilik ve sivil toplumu baskılamak adına, iktidarın gücünü pekiştirme çabası olarak görmek mümkündür.

Bu yasa teklifine benzer bir başka örnek de Gürcistan’da yakın zamanda yürürlüğe giren “yabancı etki yasası”dır. Bu yasa, fonlarının %20'sinden fazlasını yurt dışından alan kuruluşların “yabancı etki ajanı” olarak kaydedilmesini zorunlu kılmaktadır. Gürcistan’da bu yasa büyük çaplı protestolara yol açmış ve muhalefet tarafından “Rus yasası” olarak nitelendirilmiştir. Yasanın içerdiği geniş ve belirsiz ifadeler, Venedik Komisyonu tarafından ciddi insan hakları ihlalleri riski taşıdığı gerekçesiyle eleştirilmiştir. Türkiye’deki düzenleme de benzer bir şekilde, muğlak ifadeler içermekte ve devletin tanımladığı “yabancı bir devletin stratejik çıkarlarına göre hareket etme” gibi genel bir gerekçeye dayanmaktadır. Bu tür ifadeler, eleştirileri susturmak için geniş bir yorum alanı yaratmakta ve keyfi uygulamaların önünü açmaktadır. İktidarın bu düzenlemeyi muhalefeti baskılamak için kullanabileceği endişesi oldukça haklı görünmektedir.

Teklifin gerekçeleri arasında, devletin ekonomik, askeri, milli savunma, kamu sağlığı ve güvenliği gibi alanlardaki çıkarlarının korunmasının hedeflendiği belirtiliyor. Bu şekilde, eleştirel medya ve bağımsız STK'lar devletin çıkarlarına zarar verdiği iddiasıyla suçlanabilir ve baskı altına alınabilir. Ayrıca, yasa teklifinin gerekçelerinde kullanılan “yargı yetkisi altında bulunmayan organizasyonlar” gibi ifadeler, uluslararası bağlantıları olan medya kuruluşları ve STK’ları hedef almak için geniş yorumlara açık bir yapı oluşturuyor. Bu noktada, yasa teklifinin iktidara karşı eleştirel duran kişi ve kurumları susturmaya yönelik bir araç olarak kullanılabileceği yönünde endişeler güçleniyor.

Bu düzenleme, sivil toplum, medya ve akademik özgürlükler üzerinde geniş kapsamlı bir baskı oluşturabilir. Eleştirel düşünceyi savunan bireyler, ağır cezai yaptırımlar tehdidi altında otosansür uygulamak zorunda kalabilirler. Dolayısıyla, bu yasa teklifi sadece ifade özgürlüğüne değil, Türkiye’nin demokratik yapısına da önemli bir tehdit oluşturuyor. Türkiye’nin siyasi gündemi içinde, toplum olarak bu düzenlemenin potansiyel etkilerini yakından takip etmek, ifade özgürlüğünü savunmak ve hukukun üstünlüğüne sahip çıkmak büyük önem taşıyor. Bu konular, demokratik değerlerin korunması adına, toplumun geniş kesimlerinin bilinçli ve kararlı bir duruş sergilemesi gereken bir noktada olduğumuzu gösteriyor.

--

Muratcan IŞILDAK