Çağdaş, özgürlükçü demokrasi doğal bir durum değildir; süreç içinde elde edilen kıymetli bir kazanımdır.

Nobel ödüllü Türk asıllı ekonomist Daron Acemoğlu, yaklaşık 700 sayfalık kapsamlı eserinde bu noktaya dikkat çeker.  Acemoğlu, farklı coğrafyalarda, farklı kültür ve siyasi rejimlerde yaptığı incelemeler sonucunda, özgürlüğün ancak güçlü bir sivil toplum ile güçlü ama prangalanmış bir devletin — yani güçler ayrılığına dayalı, bağımsız yargıya sahip, denetlenebilir kamu kurumları ve özgür, bağımsız bir basınla sınırlandırılmış bir devletin — birbirini dengelemesiyle mümkün olduğunu ortaya koyar. Bu sürecin işleyişine “dar koridor” adını verir. Ona göre bu koridorda kalmak, sürekli bir toplumsal ve kurumsal çaba gerektirir.

Dar koridorda kalabilmek, yalnızca bir seçimi kazanmak ya da meydanları doldurmakla mümkün değildir. Çünkü özgürlük, hem devletin sınırsız gücünü sınırlayabilen hem de toplumun sorumluluk alarak kurumsallaşmasını sağlayan bir düzene ihtiyaç duyar. Devlet ne kadar güçlü olursa olsun, eğer bu güç denetlenemiyorsa; basın ne kadar yaygın olursa olsun, özgür değilse; yargı ne kadar köklü görünürse görünsün, bağımsız değilse; demokrasi yalnızca bir yanılsamadan ibaret olur.

Whatsapp Image 2025 04 15 At 16.52.51

Peki, biz bu dar koridorun neresindeyiz? Kendi ülkemizin durumuna veriler ışığında bakmak, bu soruya daha objektif bir yanıt verebilmemizi sağlar.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) “Hayat Nasıl? 2024” raporuna göre,

  • Türkiye yaşam memnuniyetinde 41 ülke arasında son sırada yer alıyor.
  • Sosyal adaletsizlik sıralamasında sondan ikinci,
  • Cinsiyet eşitsizliğinde yine son sıradayız.
  • 15 yaşındaki öğrencilerin sağlıklı gıdaya erişimi konusunda da Türkiye, en kötü durumdaki ülke olarak öne çıkıyor.
  •  İstihdam oranında 41 ülke arasında sondan ikinciyiz.
  •  Eğitim alanında, PISA 2017 verilerine göre 72 ülke arasında en mutsuz öğrencilere sahibiz ve bu kategoride de son sıradayız.

Tüm bu olumsuzlukların yanında, yıllardır işsizin çaresizliğini, emeklinin tükenmişliğini, kadınların umutsuzluğunu, gençlerin gelecek kaygısını ve tüm toplumun eşitlik ve adalete olan güvensizliğini görmeyen, duymayan ve konuşmayan bir ana akım medya var. Oysa medyanın varlık nedeni, demokrasilerde halkın bilgiye erişimini sağlamak; şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerini yerine getirmektir. Bu işlevin neden yerine getirilmediği ise, açık şekilde Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün raporunda görülüyor.

RSF’nin hazırladığı 2024 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye, 180 ülke içerisinde 158. sırada yer aldı. RSF’ye göre Türkiye, basın özgürlüğünün “çok vahim” durumda olduğu ülkeler arasında.

Kısa bir süre önce, en temel insan haklarından biri olan protesto hakkını kullanan milyonlarca insan, farklı yollarla ve şiddete başvurmadan seslerini duyurmak istedi. Belki de dünya siyasi tarihinde bir ilk yaşandı: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun hukuksuz bir şekilde tutuklandığını düşünen milyonlarca insan — genç, yaşlı, kadın, erkek — herhangi bir zorunluluk olmamasına rağmen saatlerce sıra bekleyerek dayanışma sandıklarında oy kullandı. “İmamoğlu Cumhurbaşkanı adayımızdır!” çağrısının ardından yüz binlerce kişi meydanları doldurdu. Bu sadece bir lidere yapılan hukuksuzluğa karşı çıkmak değil, toplumun farklı kesimlerinin kendi yaşamlarında gördükleri zorluklara ve haksızlıklara karşı bir duruşuydu.

Bu kararlı duruşun karşısında, halkın sesini kısmaya çalışan medyanın suskunluğu ise tarihe bir utanç vesikası olarak geçecektir.

Türkiye gibi demokratikleşme süreci sürekli inişli çıkışlı seyreden ülkelerin içinde bulunduğu tablo, bu yoldan ne kadar sapıldığını açıkça ortaya koyuyor. Siyasal gücün tek elde toplanmasıyla birlikte, kurumların zayıfladığı, hukukun üstünlüğü ilkesinin göz ardı edildiği, ifade özgürlüğünün sistematik biçimde kısıtlandığı bir ortam oluşuyor. Bu da halkın demokratik reflekslerinin giderek bastırılmasına neden oluyor. Ancak buna rağmen, ülkemizde son dönemde yaşanan gelişmeler, halkın bu baskılara boyun eğmeyeceğini ve gerektiğinde sesini yükseltebileceğini net biçimde gösterdi.


Bu noktada sivil toplumun rolü daha da önemli hale geliyor. Sendikalar, meslek odaları, öğrenci toplulukları, kadın hareketleri, çevre platformları, insan hakları savunucuları… Hepsi, çağdaş bir demokraside kalabilmemizin sigortasıdır. Çünkü sivil toplum yalnızca itiraz eden değil; aynı zamanda çözüm üreten, denetleyen ve hesap soran bir yapıdır.

Ülkemizde özellikle TMMOB, Türk Tabipleri Birliği, Türkiye Barolar Birliği ve sendikaların kendi mesleki alanlarında, siyasi taraf olmadan ülke sorunlarıyla ilgili yaptıkları çalışmaların, açıklamaların ve çözüm önerilerinin yıllar içerisinde ne kadar isabetli olduğu görülmüştür. Bu açıklamalar göz ardı edilmeseydi; toprağımız, suyumuz, havamız bu denli kirlenmez, çevre felaketleri bu kadar yıkıcı olmazdı. Depremlerde, sellerde ve diğer doğal afetlerde bu ölçüde büyük yıkımlar yaşanmazdı. Güvenli gıdaya erişim bu kadar zor olmaz, sağlık sistemi bu kadar tıkanmaz ve halkın adalete olan güveni bu denli sarsılmazdı.

“Dar koridor” kavramı, güçlü bir devletin ve aktif bir sivil toplumun birlikte var olması gerektiğini; aksi takdirde ya otoriter bir rejime ya da kaos ve zayıf bir devlet yapısına sürüklenebileceğimizi anlatır. Yani hem güçlü bir devlet hem de güçlü bir toplum, sağlıklı bir siyasi ve ekonomik sistemi mümkün kılar.


Sonuç olarak…
Demokrasi kendiliğinden oluşan bir düzen değildir. Onu yaşatmak, savunmak ve geliştirmek toplumsal bir seferberlik gerektirir. Bugün Türkiye’de olan bitenler, dar koridorun ne kadar tehlikeye açık olduğunu bir kez daha gösteriyor. Ama aynı zamanda bu ülkenin insanlarının özgürlüğe ve adalete olan özlemini ve bu uğurda göstereceği direnci de…

Demokrasiyi sadece bir oy verme işlemi olarak değil, bir yaşam biçimi; bir ortak akıl zemini olarak gören herkes için mücadele hâlâ devam ediyor.