Suriye Düşerken…

Ne Yapmalı?

Ben küçüktüm İran-Irak Savaşı vardı sonra Körfez Savaşı patladı, Irak savaşı ile Amerika Irak'a “Demokrasi” getirdi?! Ardından gelen Arap Baharı… Bu yalancı bahar ile birlikte Tunus, Mısır, Libya, Yemen yeniden dizayn edildi ve Suriye… Arap coğrafyası ve Ortadoğu domino taşı gibi devrildi en son Suriye düştü!

Suriye düşerken ülkemizde enflasyon kader haline geldi, gençler gelecekten umudunu kesti, beyin göçü arttı, büyük bir deprem yaşadık ve altında kalan biz emekçiler oldu. Yoksulluk derinleştikçe adamı olan yolunu buldu, rüşvet normalleşti, insanlar yaşamadıkları hayatları sosyal medyada sanal bir yalan içinde yaşamaya başladı. Bahis oyunları ve uyuşturucu arttı. Şiddetin her türlüsü normalleşti öyle ki şiddetin nerede başlayıp nerede bittiğini anlayamaz olduk. Ülkemiz yerli yabancı mafya ile doldu taştı.

Politize olamamış öfkeyi ise toplum; mültecilere, kadınlara, sağlık çalışanlarına, öğretmenlere, trafiğe, birbirine yöneltiyor. Toplumdan kendini soyutlayan insanlar da umutsuzlukla içine kapandı ya da çürümenin bir parçası oldu.

Bir ülkeyi ülke yapan birleştirici idealler vardır. Bu ideallerin toplandığı siyasi önderlik mekanizması dağıldığında ülke de dağılır. Anayasa delik deşik, durmadan değişen milli eğitim müfredatının adı bile değişti; “Maarif Müfredat”. Devletçiliğin yerini serbest piyasa, liberalizm aldı. Laiklik’in adı kaldı, kendi yok. Cumhuriyet’in tüm kazanımları tasfiye edilirken tarikatlar, sivil toplum kuruluşu ve ‘özgürlük’ adı altında her yeri kuşattı.

Tüm bunlar ile birlikte bizler paramparça halde ideallerini arayan körleriz sanki. Bir tarafta hayvan hakları için, başka bir tarafta doğayı korumak için mücadele veriliyor. Lezita işçileri yakın zamanda direndi, yeni yıla girerken yaklaşık 1500 Metal İşçisi grevdeydi ve Polonez işçileri 6 aydır verdiği mücadelenin sonucunu aldı.  Çiftçiler yol kesip hükümeti istifaya çağırırken fındık üreticisi hükümeti protesto etti. Öğretmenler ise yeni müfredat ve arkasından gelen Öğretmenlik Meslek Kanunu'nu (ÖMK) protesto ederken Aile Sağlık Merkezleri'ndeki sağlık çalışanları iş bıraktı ve iş bırakma eylemleri devam ediyor. Boğaziçi akademisyenlerinin kayyım protestosu 5. yılında devam ediyor. Aslında kötüye giden her şeye karşı direnen bir taraf da var, havuz medyası bize göstermese de…

Bütün bu başlıkların hepimizi ilgilendirmesine rağmen sadece kendi gündemimizle ilgilendiğimizden dolayı bütün bu direnişler kendisini yalnız hissediyor ve istenen etkiyi yaratmıyor. Sadece mücadele başlıkları ayrışmıyor aslında. Eskiden işçiler ile memurlar arasında bir çekişme varken şimdi işçi ve memur kendi içlerinde ayrışıyor. Bunu meslek organlarının sendika sayılarına bakınca anlıyorsunuz. Bu kadar parçalara ayrılınca ortak bir hedefte nasıl birleşeceğiz?

Emekçiler olarak bu kadar atomize olmuşken Suriye, Afganistan olmaya doğru giderken belki biz de Suriye’ye dönüşeceğiz, kim bilir?…

Peki, ne yapmalı?

Bunun cevabı gündelik yaşamda. Gündelik yaşamın içinde çalışma hayatı, aile yaşamı, kültürün dışında yaşanan anlar ve boş vakit vardır. Bizi binalar, ev eşyaları, sokaklarla kuşatan zamansal ve uzamsal her şeyin bizim biz olmamızı etkileyen unsurlar olduğunu unutmamız lazım. Bu kuşatmayı kimler yönetiyor? Bu şehirleri kimler planlıyor? Eğitimin nasıl olacağını, çalışma saatlerini, modayı kimler belirliyor? Sanat, edebiyat, film, dizi tercihlerimiz gerçekten bize mi ait? Tüm bunların içinden değerler bütünü oluşuyor ve bu değerler bütününden dünyaya, ülkeye, kente, kendimize bakıyoruz. O yüzden öncelikle gündelik yaşam içindeki sorunlardan başlayarak tüm sosyal-psikolojik-ekonomik sorunların kaynağını doğru analiz etmek ve birbirimizle kavga etmek yerine bizi kuşatan bu düzenle kavga etmek gerekiyor. İçinde bulunduğumuz kaosu, bu kaosun yarattığı gündelik/kişisel sorunları düzene bağlayarak onu değiştirmeye odaklanmamız gerekiyor. Küçük işlerle tükenen enerjimizi düzene yöneltmemiz bizi başka bir dünya idealine götürür. Böyle davrandığımızda ise varacağımız yer gerçek anlamda “Sol” olacaktır. Gerçek anlamda diyorum çünkü herkes solcu olduğunu söylüyor ama solcuyum demekle solcu olunmaz. Solculuk tavırdır. Solculuk yurt sorunlarını dert edinmektir, bütün sorunların akılla çözülebileceği temelinden yola çıkarak bu akla ve güce sahip olduğumuz düşüncesini eyleme geçirmektir.

Sol’u tekrar güçlendirmek ve bireysel solculuktan çıkıp örgütlü solculuğa tekrar dönmek, bunun için de birleştirici bir siyasi zemin oluşturmak gerekir. Yukarıda saydığım ve sayamadığım tüm mücadele başlıklarına sahip çıkmak zorundayız. Metal işçisinin sorunu ile sağlık çalışanının sorununun kaynağı aynı, doğa katliamı da bu kaynağa ait, hayvan katliamı da. Eğitimin sorunlarını tarımın sorunundan ayrı tutamayız. Kadına yönelik şiddet sadece eş/partner şiddetinden ibaret değil, emeği sömürülen, çocuğuna bakıcı, kreş bulamayan kadının yaşadığı da şiddetin başka bir biçimi. Artık buna dur demek zorundayız ve bu ancak bizim birlikte mücadele etmemiz ile mümkün.

Dışarıdan hiçbir doktrin ya da söyleme ihtiyacımız yok aslında. Kendi tarihsel sürecimizde mevcut olan Aydınlanma mücadelesi ve onun sonucu olan Cumhuriyetin kurucu değerlerini rehber edinerek, beden ve kafa emeğinden başka bir şeyi olmayan bizlerin birleşerek vereceği bir mücadele başarılı olabilir. Kolektif bir bilinç oluşturmak daha doğrusu uykuda olan bu gücü uyandırmak esastır. Eğer Ortadoğu yangınından kurtulmak istiyorsak buradan yürüyeceğimiz bir yapıyı kurmak gerekmektedir.

Sonuç olarak Suriye’nin düşüşünün temelinin emperyalist sınıf mücadelesi tarihinin bir parçası olduğunu görmemiz gerekir. Karl Marx’ın: “Ezenlerle ezilenler arasında her zaman çelişki vardı, bunlar birbirlerine karşı kâh gizli kâh açık kesintisiz bir mücadele yürüttüler, her defasında tüm toplumun devrimci bir dönüşümüyle veya mücadele eden sınıfların beraberce çöküşüyle sonuçlanan bir mücadeleydi bu.” sözünün gerçekleştiği bir dünyadayız. Ya devrimci bir dönüşüm ile ileriye taşınacağız ya da Ortadoğu’nun çöküşünün bir parçası olacağız. Bu nedenle tarihsel sürecimizden doğmuş olan Türkiye’ye özgün Cumhuriyet’in değerlerine sımsıkı sarılmalı ona sahip çıkmalı bir kahramana ihtiyaç duymadan emeğin birleştirici gücünü kullanmalıyız. Unutmayalım, her ne kadar zayıflatılmış olsa da Türkiye, aydın birikimiyle Ortadoğu bataklığında açan bir çiçek olabilecek potansiyele sahip. Ve bu yönüyle de ülkemiz, diğer Ortadoğu halklarına umut olabilecek gelişmelere gebe. O halde bu sorumluluğun farkına vararak kendimizi özne hissetmemizin zamanı geldi de geçiyor.

“Ya hep beraber ya hiçbirimiz./ Ya hiçbir şey ya da her şey./ Kurtuluş yok tek başına”

Bertolt Brecht