Ütopyanın anti tezi olan distopya kelimesi ilk defa eski yunanca da kullanılmıştır. Ütopya şu an olmayan ama ileride olabilecek hayali kusursuz bir toplumsal düzeni ifade ederken, distopya her anlamda çökmüş bir toplumu ifade eder. Yaşadığımız zamanda bu iki zıt kavramı şu şekilde değerlendirebiliriz. Ütopik toplumdaki devlet aygıtı demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü, insan haklarına saygılı, pozitif ayrımcılık, toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarını uygulayabilen mükemmel bir toplumsal düzendir. Distopik toplum ise gelecekte kurulacak anti demokratik, sınıf ayrımlarının olduğu, baskıcı, totaliter ve otoriter devlet aygıtında olumsuz bir yaşam üzerine kurulan düzendir. 

Özellikle endüstri devriminden sonra 1900’lü yıllardan itibaren ortaya çıkan romanlarda distopik toplumlar daha çok işlenmiştir. Bu romanların ortaya çıkmasının en büyük nedeni 1900’lü yıllardan sonra teknolojik-bilimsel ilerleme ve I-II. Dünya savaşlarının toplumsal insan üzerinde yarattığı psikolojik-sosyolojik bunalımların sonucundaki umutsuzluktur. Distopik romanlar Labirent (James Dashner), Bin Dokuz yüz Seksen dört, Hayvan Çiftliği (George Orwell), Demir Ökçe (Jack London), Açlık Oyunları (Suzanne Collins), Son Ada (Zülfü Livaneli) bir kaçıdır. Bu romanlardan filme dönüştürülen Labirentte Thomas isminde bir genç yukarı çıkan bir asansördedir. Asansör açılınca karşısında bir grup genç görür. Bu grup, Thoması kayran isminde devasa büyüklükteki ve uzunluktaki duvarlardan oluşan bir labirentte karşılamıştır. Thomas geçmişini hatırlamamaktadır. “Kayranlılar” da kendisi gibi buraya nasıl ve neden geldiklerini hatırlamamaktadırlar. Labirent filminin konusu ise “labirentin içinde sürekli kalmak veya labirentten kurtulmak” tır. 

Yaşadığımız zamandaki toplumun siyasi eğilimi labirentin içinde hapsolmuş bir topluluğu anlatır gibidir. Bir türlü bu labirentin içinden kurtulamayan toplum. Son derece merkezileşmiş siyasal bir sistemin yüksek teknolojiyi (siyasal sistemle uyumlu birçok internet sitesi, televizyon kanallarının ortak yayınları vs.) toplumu yönetmek ve manipüle etmek için kullanarak baskıcı totaliter rejimin hâkimiyetiyle distopik bir geleceği işaret etmesidir.

Bu siyasal sistemlerdeki topluluklarda kendine özgü bir biçimi olmayan sosyal yapı dikkati çeker. Sosyal yapı içinde kaybolmuş topluluklara, rolleri ve statüleri bireylerin tercihlerine bırakılmadan dayatılmıştır. Saflaştırılmış bir siyasal sistem adına muhalif veya demokratik bir toplum için mücadele eden bireyleri, sivil toplum kuruluşlarını, sendikaları vs. cezalandırmaktadır. Kast sistemi gibi yatay ve dikey toplumsal hareketliliğin mümkün olmadığı, tek tip insan modelinin hâkim olması distopik toplumdaki siyasal sosyal yapının özelliğidir.


Mannheim’ın ifade ettiği gibi,
“Ütopyanın yok olması, bizzat insanın bir nesne hâline dönüştüğü durağan bir nesnellik doğurur. Düşünülebilen en büyük paradoks meydana gelirdi: Uzun ve fedakârlıklarla dolu kahramanca bir gelişimden sonra –tarihin kör kader olmaktan çıkıp yaratılmış olduğu– bilincin en yüksek aşamasına ulaşmış olan insanoğlunun, ütopyanın farklı şekillerinin yok olmasıyla birlikte tarih yapma iradesinden ve böylece tarihten ders alma yeteneğinden mahrum kalmasıdır.”

Sonuçta distopik siyasetin toplum üzerindeki etkisi modern insanın tarih yapma iradesini de yok etmiştir.