Son zamanlarda okuduğum Sanat ve Nesneler isimli kitapta Nesne Yönelimli OntolojiNYO literalizmin” kelimesi üzerinde etraflıca düşünülmesi gerektiğini düşündüm. Literalizm, bir nesnenin bizimle (özneyle) veya sanat eseriyle olan ilişkisi yani nesnenin ya da nesnelerin sahip oldukları özellikleriyle ifade edilmiştir. Burada nesnelerin sanat eseri üzerindeki bileşenlerinin etkilerini iki şekilde ifade edebiliriz üst anlam yani düz anlam ve alt anlam yani derin anlam. Bu anlam resim sanatında tuvaldeki bezin üzerine sürülen boyanın bezin üzerindeki boya gibi davranması ve bezin üzerine sürülen boya bez gibi davranır. Bez boya ile etkileşimi sonucunda melez bir nesneye dönüşür ve bu şekilde fenomonolojik (görüngü) olarak bilincimize yansır. Bunların etkileşimi birbirleri ile tek yönlü veya iki yönlü etki bırakırlar. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz ki boyanın bez ile etkileşimi ne bezin ne boyanın gerçekliğinin tamamen kaybolmasını sağlamaz. Bu durum heykel sanatı içinde geçerlidir. Örneğin metal bir heykelde malzemeler ilişki halindeki başka metallere göre davranırlar ama gerçekliklerini kaybetmezler. Ya da konumlandığı kamusal alandaki ilişki halinde olduğu meydandan dolayı öz gerçekliğini kaybetmez. Aynı durum son kertede insan içinde geçerlidir. İnsanda ilişki halinde olduğu insanlar veya nesneler ile etkileşiminde yine kendine has gerçekliklerini kaybetmezler. Bu durum sanat eserindeki nesneleri içsel bileşenler ve dışsal etkiler ile bilincimizde kurgulanmış melez halleriyle yer alır. Bu görüngüler veya kurgular sanat eserinin bilincimizde bir tür iktidar oluşturmasını sağlar. Peki bu olgular toplumlar üzerindeki kurduğu kontrol mekanizmaları nasıl yorumlanabilir.

Nesnelere bilincimizde ulaşılabilir olma durumu haricinde düşüncelerimizde tüm nesneler yer almaz. Düşüncelerimizle ulaşamadığımız bu nesneler bizden bağımsız hareket ederler ve özneyle ilişki halindedirler. Bağımsız hareket eden bu nesneler bizim düşündüğümüz olaylar hakkında yanılma veya yanlış yorum yapabilme durumu ortaya çıkarır. Nesneler veya özneler İlişkiye girdikleri öznenin bilincinde bir yarılma meydana getirir, bilincin akışını farklılaştırır ve ana düşünceyi yırtarak farklılaştırır. Özellikle son yüz yılda kapitalizmdeki üretim ilişkilerinin gelişmesi ile nesne dünyasının devasa ölçekte kalabalıklaşması bilinç dünyasının genişlemesine fakat aynı zamanda bu bilinç dünyasının sınırlı kalmasına neden olmuştur. Bu bağlamlar sonucunda insanın son yüz yıldır devasa ölçekte nesneler dünyası ile kurgulanmış bir hayatı yaşadığını söylemek istiyorum. Var olan iktidarın internet, sosyal medya, AVM mekanları ki bunlar illüzyon mekanları vs. ile çok ileri teknolojiler sayesinde iktidar tek tek bedenlerimiz de var olur. Böylece insanları tahakküm altına alarak her bireyi iktidarı koruyan hafiye haline getirir. Bu durum iktidarın bir su damlasının suya düşerek merkezden dışarıya doğru genişleyen dalgalar gibi toplumun içinden dışarıya doğru yayılan bir görünmez kontrol mekanizması kurmasını sağlar. Bu anlamların sonucunda iktidar insanları nasıl tahakküm altına aldı bunu biraz açalım.

Kapitalizmin kurgulanmış iktidarı ya da biyopolitik iktidarın teknolojiyi de işin içine koyarak nesneler ve özneler dünyası ile çok farklı teknikler uygulayarak zamanla insan üzerinde biyoiktidarını uygulamıştır. Michael Foucault tarafından icat edilmemiş olan bu terim onun tarafından gerçek anlamına kavuşmuş ve biyoiktidarı yani bedenler üzerinde kurulan iktidarı yarattı diyebiliriz. Bu iktidarlardan bir tanesi SSCB’dir. İnsan fizyolojisini anlamadan ve onu yok sayarak belli bir zaman sonra diktatörlüğe dönüşen iktidardır. Bu iktidar demografik nüfusun yapısını yok ederek yönetmeyi yani ölüm ve yaşam alanını iç içe geçirdiği bir biyopolitik alan oluşturdu. Bu şu demekti aslında SSCB komünizmi yaşam alanını ele geçirip yok etmesi ve iktidarın düşmanı ortadan kaldırması demekti. Bu durum SSCB de bedenler üzerinde kurulan iktidarı yarattı diyebiliriz.

Diğer bir örnekte bedenler üzerinde kurulan iktidarı sağlayan görüngü nesnelerinden biri olan nüfus kağıdının demografi politikalarındaki etkisidir.  Bunlardan biri Osmanlı'da kafa kâğıdı olarak da bilinen Tezkire-i Osmaniye adlı kimlik belgesidir. Kafa kâğıdı olmasının sebebi fesin içinde taşınmasıdır. Türk tarih kurumundaki kaynaklara göre aşağıda şöyle bir tanımlama yapılmıştır.

“1831 yılına kadar bir başka şehre veya yerleşim bölgesine gitmek isteyen kişi, öncelikle mahalle imamından nereye ve ne amaçla gitmek istediğine dair bir pusula alıp, bunu kaza ve kasabalardaki kadı veya naibe götürerek mürur tezkiresi alırken, kayıt defterine şahsın gideceği yer, süre vs. kaydedilirdi. 1830 genel nüfus sayımı sonrası sancak merkezlerinde defter nazırlıkları ve bunlara bağlı kasabalarda mukayyitlik örgütü oluşturuldu. İmamların ya da muhtarların vermiş olduğu pusulalar, bu kez bu görevlilere gösterilerek, mürur tezkireleri alınmaktaydı. Tıpkı kayıt defterlerinde olduğu gibi, mürur tezkirelerinde de bir Eşkâl hanesi bulunmaktaydı ve bunun yazılması zorunluluğu 10 Şubat 1841 tarihli nizamnamesinde de belirtilmişti

Kimlik belgesine eşkâl hanesi aynı zamanda kriminal bir hane eklemesi ile kişilerin bedenlerinin üzerinde biyopolitik uygulamalarının başladığı dönem olarak yorumlanabilir. Kimlikte klasik bilgilerden hariç dini, mezhebi, göz rengi, siması gibi bilgiler yer alırdı.

Kimlik ile ilgili son bir örnekte 1888’den itibaren kullanılan Antropometri yöntemidir. Antropometri insan vücudunun ölçüleri ile ilgilenen bir tekniktir.  Örneğin eşkâlin fiziksel özellikleri tarif edilip resminin çizilmesi gibi. Bu yöntem dünya üzerinde elde ettiği başarı sebebi ile pek çok polis örgütü tarafından kullanılmaya başladı. Endüstri Devrimi zamanında ise zenginliğin bir sınıfın elinde toplanması sonucunda sayıları hızla artan dilencilerin, aylakların, başıboşların, göçmenlerin hareketlerini takip etmek ve kontrol altında tutmak için kullanılan antropometrik fişleme üzerine kurulmuş kimlik. Bu kimlik sistem için tehlikeli sayılarak bu nedenle kimliği belirlenenler için icat edilmiş bir teknik olmuş.

Zamanımızda kullandığımız biyometrik çipli kimlik kartında bulunan çip üzerine yakında DNA’larımız yüklenerek bedenlerimiz üzerinde deney yapılan fareler gibi mi olacağız acaba…