Gerçekten zamanı ölçmek küçük yuvarlak bir saate mi kaldı?
Gerçekten zamanı ölçmek küçük yuvarlak bir saate mi kaldı?
Hayat ondan çok daha farklı akıyordu. Kimsenin hesap edemediği, belki de hesap etmeye cesaret edemediği! Ya korkuları ölçmenin bir makinası var mıydı?
Radyodaki sesi açıp kısan ve kaygılarımızı azaltmaya kurulmuş bir düğme icat edilmeden önce salmışlardı bizi buralara. Önce psikolojimizi bozup sonra bunu düzeltmek için bilim insanı yetiştirmeye yönlendirmişlerdi bizi. Panzehir kimin elinde henüz belli değil, ölümsüzlüğü bulduğu söylenen Lokman hekim bile bu günleri görememişken ben neyi sorguluyorum hala diye kendime kızdığım zamanlar yaşıyorum.
Ahh bu tehlikeli konular bedenimde müebbet yemiş gibi bir türlü dışarı çıkmayı bilmiyor oysaki tüm kapılar ardına kadar açık.
Tehlikenin de sınırları var elbet, heyecan verici boyutu geçmediği sürece büyülü bir hal bile alabilir yeter ki derecesini iyi ayarla. Yoksa neyin uğruna öleceğini kestiremiyor ki insan. Neyi seçse sonu pişmanlık! Yani daha iyi bir ölüm için daha iyi aramak, aramak için zaman, zaman için yaş almak gerekiyordu. Sonra çıktığın bu yolda amaçların, sonuçların önüne geçiyor hayatı sorgulamaya başlıyorsun. İşte tam orda hayatın değişmeye başlıyor çünkü sen eski sen değilsin artık. Yola çıktığınla yolda vardığın aynı kişi değil. Geriye dönüp baktığında ilk başladığın çizgi epey geride kalmış. Anlıyorsun.
Sonra zaman geçtikçe garip bir şekilde ellerin titriyor; heyecandan mı, yaşlılıktan mı bilmiyorum. Yine de tebessüm ediyorsun. Sonra hayatta sana bir şekilde gülümsüyor, sonrada ondan ona. İşte heyecan dediğinde bulaşıcı bir hastalık! (Tabi yaşlılıktan titremiyorsa ellerin)
Kalakaldığın bir yolculukta etrafındakilerle mutlu olmaya çalışıyorsun, olmalısın da zaten. O yüzden bana daha çok hakikat lazımdı, daha çok basmak yere adamakıllı ve daha çok içmek belki de tüm bunları düşünmemek için. Çok sonra anlıyor insan, benim küçük dünyamdaki bu düğme için ilik fazlaca büyüktü ve ben olduğum yere asılı kalmak yerine ha bire yere kapaklanıp düşüyordum. Hiçbir kalıpta özenle duramamanın salaş bir sancısı gibi tüm kırılmış yanlarımın da alınıp, sahiplenilmesini istiyordum. (Yani, yine bir gün saçmalıyordum) Herkes gibi. Niye böyle düşündüğümü bilmeden deli gibi arıyordum düğmeme uygun gelecek iliği.
Kenetlenmek bu kadar önemli miydi insanoğlu için. Toplumsal yaşamak toplumun bir parçası olmak ya da bir yere ait olmak hissi gerçekten gerekli miydi? Bunu düşünmek için fazlaca geç bir saat sanki. Uyumak içinse fazla erken.
İnsan kendi olmaya karar verdiğinde özgür olabiliyordu ya peki ben özgür müydüm?
Çok şeyi ararken tesadüfen kendimi de bulmuş olabilir miydim? (hiç sanmam) Dönüp duruyorum hala. Lunaparkta bir dönme dolabın tepesindeyken elektrikler kesilip, yıldızlara tutunmaya çalışırken fark ediyorum her şeye rağmen gülümsediğimi.
Yine bir gün, yeni bir güne uyanırken sizde sevdiklerinize gülümseyin, sanırsam gülmekte bulaşıcı ve hiçbir yan etkisi yok mutluluk vermekten başka.
Bende inadına gülümsüyorum.
Bence gülmek bana çok yakışıyor!
Bence gülmek herkese yakışıyor. (sen hariç)