Adı bir yalnızlık çukuru! Yaşarken gömülmek kendi iç dünyamıza, dış dünyaya kapatmak tüm sesleri. Hatta sizi siz yapan ne varsa üzerine biraz daha kum atmak gibi dolu dolu bir mezar! Ölülerin bir cenneti var mı bilmiyorum lakin yaşayanlar hala bir cennete sahip olabilirler olgusu kaplıyor içimi.
Karşımda duran adam durmaksızın anlatıyor, öylesine, gelişine sıradan bir şey anlatır gibi, her gün aynı cümleleri birden fazla insana anlatmayı görev edinmiş gibi, öyle rahat öyle basitçe dillendiriyor ki kelimeleri, hani derler ya “Bir bilgiyi en basit şekilde anlatamıyorsun onu bilmiyorsun demektir.” Ama ben anladım bildiğini, hâkimdi konuya. Bir duyguyu sever gibi, yediği yemekten keyif alır gibi, yaptığı işten hoşlanıyor gibi anlatıp duruyordu işte.
Biran dursun istiyorum, kulaklarım daha fazla bilgi duymaya hazır değil, çünkü hepsini yıllarca duymuşluğu var. Bir kez daha dinlemek sonsuz bir döngü gibi. Ama o bir türlü durmuyor, aynı döngüye seni de çekip aynı frekansta buluşmak istiyor, “Anlatmak, iki kere öğrenmektir” bu onu biliyor ve anlattıkça o derinlikte kayboluyor.
Acılarımı saplantıya dönüştürüp sanrılar içinde paranoyaya bağlamak istemiyorum elbet. Bir sus diyorum içimdeki sese, susta biraz dinlensin yanmış olan devrelerim. Hepsini kendim yaktım voltajı giderek yükselterek! Kömürleşmiş bir ömürden nasıl yeşil bir hayat çıkar bilmiyorum henüz. Karşımdaki de çokça gürültünün derin bir çaresizliğe dönüşeceğini hesaba katmamış olacak ki benimde onu dinlediğime dair tepki vermemi istiyor.
Bekleyince sessizliğe bürünüyor ortalık, bana bakıyor sonra, tebessüm ediyorum, ikimize iyi geliyor. Pozitif düşünebilmek için pozitif davranışın şart olduğu aklıma geliyor. Hayat ayna gibiydi ya, sen gülersen o da sana güler, sen ağlarsan oda sana ağlar, nasıl tepki verirsen karşılığı aynı olan bir ortamda ne yapmak isterim diye kendime soruyorum. Ya siz? Hiç düşündünüz mü bir mezara girmeden önce nerede duracağınızı? İnsan hangi anda, hangi günde başının yere düşeceğini bilmiyor. Yarın öleceğimizi bilseydik mesela, şuan yaptığımız işi yapıyor olur muyduk? Muhtemelen hayır.
Umutsuzlukla dışarıya bakıyorum, hava fazlasıyla kararmış, birileri güneşin ışığını söndürmek için erkenden düğmeye basmış. Hava soğuk, mevsimler normalin çok altı ve ben üşüyorum öyle böyle değil, oturduğum yerde neredeyse titriyorum. Kalkıp pencereyi kapatmak isterken ay ışığında yakamozları görüyorum.
Onlarında soğuktan içten içe titrediği için bu hali aldığına yemin edebilirim. Sabah uyanınca saçmaladığımı düşünecek kadar yok sayıyorum yakamozları.
Konumuzla da ilgisi yok zaten ay ışığının. Peki, adı neydi bu olanların? Bir yalnızlık çukuru. Ve düşmeden içine bilmiyorsun olanları. Haberdar değilsin o ana kadar tek başına olduğundan. Bu bir sır değildi kimse için, aleni aleni gözümüze sokulmuştu. Buna rağmen Franz Kafka okumaya devam ediyorum. “Ve her şeye rağmen şuna inanıyorum, eğer mutluluktan ölünüyorsa, kesinlikle bu benim başıma gelmeli.” Nokta…