İnanılmaz çığlıklar kalbimde yankılanırken sadece yutuyordum cümleleri. Kaçmamalıydılar dışarı! Boğazımda cam kırığı gibi acıtan sözler yavaş yavaş parçalıyordu geçtiği her yeri. Kapana kısılmış gibi yapayalnız öylece bakıyordum kendime. Çekip kurtarmak istiyordum benden geriye bir şeyler kaldıysa. Kalmış mıydı? Ne zaman öğrenmiştim böyle çaresizce kendime bakıp ağlamayı! Ne zaman vazgeçmiştim böyle kendimden. Bazı vedalar için geç kalmış olmanın sancısı yüreğimde. Yasaklanmış bir aşkın kollarında uyanmanın zorluğu belki de! Belki de uyanamamanın! Yada sadece bir aldanış, her seferinde yere tekrar tekrar çakıldığım. Bir türlü doyamamak aynı yerden birden çok kez vurulmaya!
Geç kalınmış bir hoşça kalın üzerinde oturuyor tüm gülüşlerim. Yokluğu mu daha fazla acıtırdı yoksa varlığında yarattığı değersizlik hissi mi galip gelirdi diye kura çekmekteyim. Sonucunu görmek istemediğim bir düello bu! Uykudan uyanma cesaretini göstermemiş olmam beni nerelere sürükledi böyle, kalbimde sevdanın ayak izleri. Sarılabilmek için beklemek mi lazımdı geceden sabaha! Ne sancılı bir süreç! Sevgilinin kollarından önce aydınlık sardığında tüm vücudunu, umudunu kaybediyor insan sevgiye dair.
Peki, siz çok sevilirken sevginize yenildiniz mi hiç? Tam sevilmeyi beklerken kapı dışarı edildiniz mi mesela? Dışarıda soğuktan donduğunuzu bile bile tek bir hareketle sizi içeri alabileceği halde sıcak yatağına kıvrılıp uyuyan bir sevgiliniz (!) oldu mu? Ya da her şey güzel giderken yok sayılıp tepe taklak yere savruldunuz mu hiç? (Belki de her şey güzel gitmiyordu, kendimizi kandırdığımız zamanlar yaşıyorduk.)
Herkes kaderini yaşar, tarih tekerrürden ibaretti sözü ne kadar doğru? Yaşadıklarımın sebebi atalarım değil, onlar zamanı geldiğinde kalkıp gitmesini bilmişler. Kendilerine yenidünyalar yaratmışlar içlerinde sevgi barındıran. Bense bir adım atmaya cesaretim yok demiyorum da belki bir defa yüzüme gülümser de mutlu olurum diye kendimi avutuyorum. Yani anlayacağınız yine kırıntılarla doymaya çalışıyorum! Yara açmaktan yorulmayan ve her açtığı yaraya bir kulp bulup sıcak çayını keyifle yudumlayan biriyle karşı karşıysanız bazı şeyler çoktan bitmiştir aslında. Kabuk bağlanmasına müsaade etmediği yaraların üzerinde dans etmekten hoşlanıyordu bazıları. Kendilerini savunma şekli tüm erkeklerin yansıması gibiydi “Ben böyleyim”
Baktım ki herkes biraz sen, gördüm ki herkes biraz ben.
Aslında her şey bir yolculuktan ibaretti. Hangi cehennemden çıktığı önemli değildi, ne kadar sevdiğin, ne kadar sevildiğin, ne kadar üzüldüğün ne kadar yara aldığın önemsizdi. Sadece yürümekti asıl olan. Geriye baktığında, sende kalanlar seni yaratıyordu. Çok sevildiysen cesur, az sevildiysen korkak oluyordun ama sen deliysen!
Eğer akıllıysan ve çok sevildiysen ukala, az sevildiysen korkunç bir canavara dönüşebiliyordun. Nasıl bir ironi değil mi? Peki sen ne kadar sevdin? Akıllı mıydın yoksa deli mi? En önemlisi ne kadar sevildiğini anlayacak kadar kaybettin mi? Mesela ben güzel kaybettim.
Çokça severken seni, çokça âşıkken kendimi!
“Yani sen bunu göremiyorsun diye AŞK yoktu diyemezsin”
Aşk bizdik, sen bizden seni çıkarmadan önce…
Gülay MORGÜL